Peki Ne Yapmali?

“Herkesin suçlu olduğu bir ortam, büyük değişimlere yol açabilecek enerjiler barındırır.”

2023 ‘un daha ikinci ayı bitmeden yaşadığımız doğal, toplumsal ve siyasi afetler, on binlerce canımızı kaybetmemize sebep olurken milyonlarca insanimizin psikolojisi enkaz ve siyasi rezillikler altında kaldı. Onca canimizi kaybetmemizin yani sıra üzerimizde oluşan psikolojik depremler, karamsarlık ve umutsuzluk bulutlarıyla çevremizi kapladı.

Post modern yaklaşım olayları daha psikolojik açıdan ele alıyor olsa da ortada çok ciddi bir toplumsal vaka ile karşı karşıya kalmış durumdayız. “Herkesin suçlu olduğu bir ortam, büyük değişimlere yol açabilecek enerjiler barındırır.” Bu enerjiyi şu an ki iktidar sahipleri (buna muhalefet de dahil) ellerinden geldiği kadar kanalize oluşan toplumsal öfke ve ruhu engelleme, yükseltme ya da anlamsızlaştırma çabası içerisine girmeye çoktan başladılar bile. Bir de yaklaşan seçimi de düşünürsek Türkiye’yi büyük farklılıklara gebe günler bekliyor.

Asil konuşmamız gereken; bu buhranlar yeni toplumsal ilkelere on ayak olabilir mi? Toplumsal kimliğiniz bir yana ülkemizde en büyük birlikteliklerin ve dayanışmanın sağlandığı afet olayları tarihe, topluma, siyasete büyük etkilerini tarih boyunca örnekleriyle görebiliriz. Afetler değişimin başlangıcıdır. Buna ihmallere öfke ya da ruhani bir anlam yüklemiştir insanlar tarih boyunca. Peki biz buradan yeni ilkeleri nasıl çıkartacağız? Nasıl toplumsal bir mutabakat sağlayabileceğiz? Bunun en büyük başlangıcı AFAD, Kızılay, belediye, denetim yapılarından başlayacağı aşikâr gibi duruyor. Gerçekliği siyasi tartışmalara malzeme etmeden tartışamamak, ülkenin ihtiyaçları konusunda bir araya gelememek hem yeni jenerasyon ile tarihe karışacak gibi duruyor.

Herkesin bildiği şeyleri toplumun tüm kesimleriyle konuşup, anlaşıp daha sonra taraflara bölünerek toplumsal ilerlemenin önüne çekilen seti son yıllarda oldukça fazla görmeye başladık. Fikrin değerini kaybettiği, fikri söylenin değerlendiği bir ortamda, çözümden daha çok bizim ademimizin çözümüne odaklandık. Halbuki çözümün birlik ve dayanışmadan geçtiğini söylediğimiz halde.

Kutuplaşmış kitleleri çözüme yönlendiren duyguları beslemek afetlere ve krizlere kalmış durumda gözüküyor. Çünkü kurulan çıkar birliktelikleri değişikliklerle ilerlemekten öteye belli bir alana nüfuz edip bunun rantı üzerinden yapıldığı için sistem kitlenmiş duruyor. Bu sistem kilidi birçok toplumsal olayla aşındırılsa, zorlanılsa da çıkar grupları tarafından bir şekilde engellendi ve bastırıldı. Şimdi ise çözüme bir adim uzakta durabiliriz.

Seçimlerle iyi bir şeyler olur mu?

En azından deneyebiliriz! Önümüzdeki seçim iki güçlü tarafın önerdiklerine bakılırsa oldukça değişim yaratacak bir secim gibi duruyor. Bir taraf 21 yıllık iktidarının mükemmelliğinden ve uluslararası baskıları mücadele etmekten dem vurarak oy topluyor ve toplayacak. Benim de inanmış olduğum 6 masa ise yayınladıkları bildirge ile yapısal reform, sistem değişikliği ya da devrim artık adına ne derseniz böyle bir çalışma ile seçime gidiyor. Benim temennim, beklentim ve umudum; Kılıçdaroğlu’nu Cumhurbaşkanlığıyla yönetilecek 5 yıllık bir ara devrim dönemidir. Bu 5 yıllık süreçte; ekonomi, hukuk ve siyasal alt yapılar toplumun %60-80 oranın da katılımıyla sağlanabilir. Ekonomik reformlar, yargı bağımsızlığı, insan/kadın/hayvan/LGBT hakları, üretime ve girişimciliğe yönelik reformlar, göçmen sorunu, sinir güvenliği, tarım ve su sorunu gibi elzem konular toplumsal birliktelerken çıkacak sorunlar üzerine çözülebilir. Elbette bu reformları yapacak kurum siyaset kurumudur. Türkiye’de en büyük yozlaşmanın olduğu kurumlara elbette güvenim yok ama bunun takipçisi olmamak dışında bir çözümümüz de yok. Bu kurulan ikili senaryonun diğer tarafı ise oldukça sıkıntılı ve kaotik olacaktır. Sadece bir yol bunların tüm dışına çıkartabilir bizi. 2002 seçimlerinde olduğu gibi meclisteki partilerin bir daha seçilememesi seçeneği. Ben bunu son kamuoyu araştırmalarına bakarak söyleyebilirim ki biraz düşük ihtimal geliyor. Türkiye uzun bir 2023 yılı yasayacak. Bu yılda gelecek 100 yıl için güzel sonuçlar elde edebileceğimiz bir yıl olması dileğiyle.

Nereye gideceğini bilmiyorsan, hangi yoldan gittiğinin hiçbir önemi yok.’

Uzun Bir Gece

Rüzgar durdu, yağmur durdu. Sonra her şey durmuşçasına zaman durdu. Beklediklerimiz gelmedi. Gidecekler kaldı yerinde. Ne dilediysek oldu olmadı. Hiçbir şey değişmedi. Ben çok değiştim ama. Rüzgar, yağmur, zaman, gelenler, gidenler en çok da dileklerim değiştirdi. Şimdi bu değişen benle yürüyorum yine bilinmemezliklere. Yine aşılmaz dağlar, geçilmez boğazlarla dolu yollar, yollarımız. Yine bir sabah pişmanlıkları, geceye gebe hatalar bekliyor bizi biliyorum. Bu “Yeni Ben” en boktan huyu da bu sanırım biliyor bişeyleri. Biliyor ki en bildiği anda yıkılacak bu bildikleri. Kimileri ilke diyor, kimileri Fransızcadan kötü çevrilmiş bir kelime. Herkesin herşeye birşeyler dediği bu devirde bu kadar bilmekte korktuyor açıkçası.

Bulutlu uzun bir gece Miami açıkları
21 Aralık 2022

“İnsan bilmediği bir şeyi öğretemez”

     Bu dokunacağım konu, çok zor bir konudur, zor olmasının da sebepleri var, çünkü bilmediğimiz bir konudur, bilmediğimiz şeyler bize zor gelir.Eczacılıkta okul arkadaşlarım beni pek sevmezlerdi, beni başarısız bulurlardı, onlar için sadece ilginç biriydim, onları suçlamıyorum, çünkü hepsi liseden çıkıp üniversiteye gelen ergenlerdi, onların da dünyadan haberleri yoktu. O zaman sürü halinde mümkün oldukça hocaların gözüne batmadan dersleri verip diplomayı alıp “naş naş” deme derdin delerdiler. Ben “saf ve zavallı” yok farmakoloji sözlüğü yazacağım, yok ilaç hatırlatma cihazı icat edeceğim yok EPSA da gidip temsilcilik yapacağım gibi “lüzumsuz” şeylerle uğraşıyordum. Hiç unutmam ve unutmayacağım, bir gün koridorda profesör bir hocamla karşılaşırken selam verdim ve “hocam New Yorkta yazdığım sözlük basıldı” dedim, hoca tebrik etmedi ama şunu dedi “ önce okulunu bitir”, çünkü ben okulu uzattıkça uzatan biriydim. Herkes 4 senede bitirdiği okulu ben 10 senede bitirdim, sadece 1 ders için 2 sene bekledim. Niye? Çünkü okul eleştiriye açık değildi, onlara göre mevcut durum sorunsuz çalışıyordu “veren memnun, alan memnun”, hatta bir keresinde bir profesör, Yabancı Uyruklu Öğrenci Sınavı (YÖS) gelenlerin zayıf olduğunu o yüzden benim geride kaldığımı savunmuştu. Ben hiç kin beslemedim, kızdım, üzüldüm ama kin beslemedim, ama yıllar geçince o kızma yerini acımaya bıraktı, acıdım. Bir şeyi bilmeyebilirsiniz, ama eğer bilmediğinizi de bilmiyorsanız artık bu gerçekten çok ciddi bir sorun. O sınıf arkadaşlarım büyüdüler, aileler kurdular eczanelerin açtılar, dünya küçük sosyal medya diye bir şey icat etti Amerikalı dostlar, dünyadaki herkesi her tarafından birbirine bağladı, oturma organını düşünme organına, düşünme organını oturma organına, oturma organını oturma organına, neyi nerede bulduysa onu ötekine bağladı, yakışır-yakışmaz, yeter ki bağlayalım!

     Birkaç kere meslekdeki durumu ve sorunları eleştirmeye kalkıştım, “etik” sınırları hatırlatınca ne oldu biliyor musunuz? Bazı sınıf arkadaşlarım, partizan misali, göğüsünü gere gere beni bir çırpıntıda satıp, beni tanımayanlara açıklama yapma vazifesine soyundu “ …arkadaşlar…ben şirvanı okuldan tanırım…boş birdir…okulu bile zor bitirdi ( yada bitiremedi)…”, 

     bu arkadaşları şöyle mi tanımlasak “sürü psikolojisi ve ona katılma aşkı”, “sürü de kal ve tadını çıkar.”

    Niye? Çünkü bu arkadaşlara hep ne düşüneceklerini söylemişler, ama hiçbir zaman nasıl düşüneceklerini söylememişler. O da bilmiyor, hocası da, ailesi de, nereden bilecek… “nasıl düşüneceği” bakkalda satılacak bir şey değil ki.

     Geçenlerde, değerli dostum Ismet Kebapçı ( soyadına bakıp aldanmayın, esaslı bir münevverdir.),” hocam gençlere onca şey anlattık senelerce, hala eften püften şeylerle uğraşıyorlar, hayal kırıklığımı anlatamıyorum” dedi, bende bunun adı var dedim “abidikgubidism”.

     Sevgili okuyucu, ben o okulu uzattığımda Bilkent Üniversitesinde öğretim görevlisi olmuştum bile, o kıskançlıktan veya ön-yargılardan kör olmuş göz nasıl görsün? Ben o kitapları sınıf arkadaşlarım beni sevsin diye yazmadım ki; onlar, ben kendimi onlara kanıtlamak için bunları yaptığımı sanıyordu, sanları yanılmıştı. Çoğu lisansa doymuşken, ben farmasötik kimyada 95.5 ortalama ile uzmanlık derecesi aldım, sonra gittim felsefe bölümünde bilim tarihinde doktora yaptım, orada da, şükür, 97.5 ortalama yaptım, o arkadaşları da hiç hatırlamadım, niye? bir özellikleri yoktu da ondan.

     Bunca masrafla yetiştirdiğimiz gençlere ne düşünecekleri öğretmek sadece onların kafasına beton dökmektir. Ben nasıl düşüneceğimi sorguladığım için o beton mikserine direndim, bedel ödedim mi, ödedim, o bedeli ödemeseydim, bugün bu yazıyı yazan ben olmazdım. Bu yazıyı kaç kişi okur, nasıl okur ve içinden ne çıkarır onu ben bilemem, ama bildiğim bir şey var, “insan bilmediği bir şeyi öğretemez”, bu o hocalara benim verdiğim en büyük mesajdı, bazılar anladı, çoğu da anlamadı, onların yetiştirdiği ( daha doğrusu yetiştiremediği) gençlerde, hayat boyunca sıkışıp kaldı, o hocaların çoğu da kendi alanında 1 kitap bile yazmadan emekli olup gitti, çünkü söyleyecek sözü yoktu, ne kadar acıklı, bir alanda profesör oluyorsun ama söyleyecek sözün yok.

    Ben başarılı biri olmayabilirim, ama cahil olduğumu keşfetmiş, bunu atomize etmiş ve düşüncelerime cerrahi yapmış biriyim, kimse okumasa bile, kimse anlamasa bile ben kendim okurum, çünkü ben bunları düşünürken çok şey öğrendim.

sağ olun, var olun.

anooshirvan miandji. 
Kaynak

https://www.facebook.com/anooshirvan.miandji/posts/10154986005465956

Ofsayttan Gol Olmaz

Peki sizce Dünya’da bizi şaşırtacak hiçbir şey kalmadı mi ?

            Küçük bir bebekle oynadığınızda onun daha Dünya’dan haberi olmadığı çok şeyi kullanarak onu şaşırtabilirsiniz. Ona aynayı göstermek, teknolojik aletleri göstermek herhalde yaş ilerledikçe göremeyeceğiniz bir şaşırma derecesini göreceksiniz. Bir bebeğe telefondan bir video açtığınızda ya da onu aynaya karşı tuttuğunuz da ki şaşırma en saf yüzde yüzlük bir şaşırma hissidir. Insan görmediği birşeyi görmesi nasıl bir duygudur pek tadamadık. Uzaylı bile görsek tas atacak moda geldik.

             Peki sizce Dünya’da bizi şaşırtacak hiçbir şey kalmadı mi ?

            Şöyle insanlara baktığım zaman görsel ağıtlıklı öğrenim sistemi dedikleri sistemle her konu hakkında bilgi sahibi olduklarını görüyorum. Bu bizim bizim okumuş çevrelerimizde daha da yaygın. Diğer çevrelerde ise duyarak, dedikodu şeklinde öğrenmeler mevcut. Bilim, sanat, teknoloji gibi bilgileri sosyal medya mecralarından hızlı takip dediğimiz insanların bulmak için bir ömür harcadığı bilgileri 1-2 dakikalık bilgilerle anlıyor olmamız ne kadar gerçekçi?

            Türkiye kaynaklı oldukça popüler olan haber sisteleri(Onedio), sözlük siteleri(Ekşi Sözlük), bilim sayfaları(Fizikist), teknoloji siteleri(Shiftdelete) ve bunları oldukça çoğaltabiliriz hayatın hemen hemen her konusunda burada bilgiler bulabiliyoruz. Bu bilgiler bize bir şekil hap halinde sunuluyor. Birkaç grup var mesela. Bu gruplarda aktif olan kişiler kendini grubun konusuyla ilgili bilirkişi temin edebiliyor. Örneğin; bir bilim grubunda sürekli paylaşım yapan X’e bilim insani diyebilecek noktaya geliyoruz. Ama bu X bilimin her konusuyla ilgilenirken toplamında sıfıra değen bir bilgiye sahip oluyor.

            Bunun sonucunda güzel uygulamalar indireni teknolojiden anlayan, Newton ile Einstein’i karıştırmayanı bilimden anlayan, dolar kurunu gündelik takip edeni ekonomist ilan ediyoruz.

            Kulakları çınlasın bir Metin abimiz vardi. Biz böyle siyasetle falan koştururken eski gençlik kollar başkanıydı. Bize dediği bir söz vardı. “Her devrimci her konu hakkında yarım saat konuşabilme ama bir konu hakkında sabaha kadar konuşabilme yetisine sahip olmalı“ diye bir sözü vardi. Genel olarak geldiğimiz nokta ise her konu hakkında yarım saat konuşabilir hale geldik.

            Amerika’ya geldiğim zaman insanlarla uzun sohbetler konusunda pek iyi değildim. Turkiye’deki sohbet ortamlarından da sıkılmıştım. Türkiye’de daldan dala konulara atlamalar. Tam bilgi sahibi olunmayan şeyler ve tarihler hakkında kesin sözler beni hep gerer ve sıkardı. Amerika’da değişik milletlerden tanışma imkanı bulunca aslında genel insanlığın bizim kadar çok bilgi sahibi olmadigini düşündüm. Bana göre hepsi cahildi. Adam akilli eğitim almamışlar ya da kendilerini geliştirmemişler diye dusundum. Tabi Ingilizce gelişip insanları daha iyi tanımaya başlayınca yanıldığımı farkettim. Ispanya’daki Katalanların sorunu Katalanlardan başka bilen yoktu ama insanlar okuduğu eğitim aldığı alanlarda ortalamanın üstünde hatta derinlemesine bilgi sahibi olduğunu gördüm.

            Mesela bir bilgisayar mühendisi diyelim. Bizim ülkemizdeki bilgisayar mühendisleri gelişen çağda kendilerini öyle bir yere koydular ki onlar dışında kalan tüm insanların onlara format makinesi gözüyle baktıklarını falan düşünüyorlar. Biz ve diğer insanlar olarak ikiye ayırıp geri kalanların hiçbir şeye  bilmediğini düşünüyorlardı. Bu benim gözlemim. Burda Silikon Vadisi’nde üç ay kadar kaldım. Burada ki tecrübem; insanlarla tanışıyorsun adam Google’da mühendis, IBM’de code maker onlar da bizim Sütçü İmam bilgisayar mühendisliğinden mezun çocukta ki kibir, bilmişlik yok. Neyse bu biraz da başka birşeyin konusu ama bizim bu çocuğa gidip söyle bir projemiz var desen ben kod yazmayı bilmiyorum ki diyor.

            Toplayacak olursak bunu bir özeleştiri metni olarak kendinize kabul edebilirsiniz. Çünkü bu benim kendi özeleştirimdir. Her konuda bilgi sahibi olmak aslında bizi koca bir cahil yaptığının farkına varmak benim ciddi bir zamanımı aldı. Siz de bu konuda ki tartışmanızı kendinizle yapın. En iyi siyasetçi, en iyi spor adamı, en iyi filozof, en iyi yönetmen  vs vs olmak bu Dünya’da ne kadar mümkün?

            Bu konuda eklemek, örnek vermek, eleştirmek bulunmak için yorum ve mesaj yoluyla ulaşabilirsiniz. Esenlikler…

Bügün ne yazsak ?

Bir süredir bloğumla ilgilenmediğimi düşündüm. Bu ilgilenmediğim süreci boş geçirmiş değilim. Ben bu sürede araştırmalarıma devam ettim. Keza İngilizce bilgim biraz daha ilerleyince Dünya basını yakından takip etmeye başladım. Bu süreçte aktif bir blog haline nasıl getiririm diye düşünüyorum. Bu konuda biraz yardımınıza ihtiyacım var. Bu bloğu bir liselinin içini döken bir sayfa gibi olmasını istemiyorum. Bireysel olarak takip ettiğim alanlar;

-Politika

-Ekonomi

-Giyilebilir teknolojik ürünler, Teknolojik gelişmeler

-Ulaştırma ve lojistik alanındaki teknolojiler ve sistemler

– Dünya basını gündemleri

-Türk Gezginleri

-Komiklikler şakalar espriler 🙂
Bu konularda araştırmalarımı kısa notlarla pekiştiriyorum ama çoğu zaman bir blog yazısı olacak seviyede olmuyor. Bana bu konuda fikir ve görüşlerinizi iletirseniz belki daha aktif bir sayfa hazırlayabilirim. Bu konuda her türlü fikir, eleştiri ve görüşe açığım bana mesaj yoluyla ya da yorumlar üzerinden bildirmenizi canı gönülden istiyorum. 

Denildiği gibi paylaşılacak çok güzel şeyler var keza yazılacak da 🙂

Esenlikle kalın…

Meseleri mesele etmez isek ortada bir halt kalmaz!

İnsanoğlu ateşi üşüdüğü için, tekerleği beli ağrıdığı için bulduğunu düşünüyorum. Meseleler üzerine ne kadar düşülürse ortadan kalkacağını düşünüyorum. Bu meseleyi ortadan kaldiracak zaman, fikir tamamen sizin karakterinize ve yapacağınıza bağlı kalmış. 

Lakin işler biz de bizim kültür coğrafyamızda bu şekilde ilerlemiyor. Biz de amaç meseleyi mesele etmemek. Bunu teknolojide, bilimde, sanatta bir şekilde absürde edebilirsiniz ama hukuk, adalet, sosyal düzen konularında mesele etmez isek toplumsal olarak çürümeye başlar bir yerden sonrada kokarız. 

Bu koku son yillarda o kadar çok arttı ki artık insanlar burnunu tutmadan yürüyemez oldu. Bir zamanlarin İzmir’i gibi kokmaya başladı görünüşü güzel ama kokuyor.
Bu konuda çevremden çok eleştiri alıyorum. Çok ağır bir dille ekleştiriliyorum. Yönümün saptığından, hatta Akpli olduğumdan söz ediliyor. Bu iddialar gülüyor hepinizin gözünün döndüğünü düşünüyorum. Mahalleyi su basmış her yer kokarken lağımın kapağını açana tüm enerjimizi harcayalım yoksa mahalleyi nasıl temizleriz bununla mi uğraşalım ?
Kusura bakmayin benim bir tane mahallem var. Eski ve Yeni Türkiye’yi ne kadar sevmediğimi birçoğunuz bilir. Bir çoğunuzun aklında olmazsa giderim burlardan kafasi mevcut tabi ama yaklaşık 15 ülke gezdim son 1.5 yılımı da Amerika’da yaşıyorum o işler öyle olmuyor abiler, ablarla gidince herşey bitmiyor. Türkçe bildiğin konuştuğun sürece bu dertler sıkıntılar peşinden geliyor. Hiç umursamasan bile biri gelip ya sizin mahalle kokuyormuş diyor. Neyse…

Dürüst olmak gerekirse; Dünya Cihangir kafelerinden, Kadıköy Moda’dan, Nazım Hikmet’de çay içmekten, Yozgat’tan, Diyarbakir’dan, Aydın’dan gözüktüğü gibi bir yer değil abiler, ablalar. Romantikliği ve gerçeklikten öte bir kenara koymayalım. Gidip ilk gördüğünüz karşıtınızın da boynuna atlayın demiyorum ama biriniz gitti mahallede adam akıllı kanalizasyon yapmadi biriniz gitti su basmış kendi evimi kurtarayim derken bile bile rogar kapağını açtı. Sonuç olarak el birliğiyle içine ettik bir çok şeyin.
 
Demem o ki artık meseleri mesele edelim. Bilimi, sanatı, ekonomiyi, eğitimi, kültürü,dış ilişkileri hep mesele edelim kafa yoralim.

İhtiyaçlarımızı belirleyelim. Derdimizi bilelim ki bu ülkede kafası çalışan çok adam var onlarla birlikte derman üretelim. Altını tekrar çiziyorum eğitimin derdini Finlandiya eğitim sistemi, ekonomiyi Güney Kore’nin sistemi kurtarmayacak. Onlar orada başarılı bizim yeni başarı hikayeleri yazmamız gerekiyor. 

Bizim tarihimizde ‘başkanlık’ var mı? İlber Ortaylı

     Şu anda başkanlık sistemi fiilen var. Bunun kanunlaşmasının çekişmesi yapılıyor. Böyle bir değişimin pek hadisesiz geçeceğini beklemiyoruz ama iktidar partisi milletvekillerine itidal ve daha tutarlı bir savunma, muhalefete de anayasal sistem üzerindeki tekliflerini öneren bir raporu basıp dağıtması önerilir. Çünkü halk, bu tartışmanın ne üzerinde döndüğünden habersiz.

     TÜRKİYE yeni bir devlet yapılanmasına giriyor. Kanun teklifi üzerinde tartışmalar var. Biz anayasasını çok değiştiren bir milletiz. 140 yılın içindeki değişiklikleri bir gözden geçirin; Türkiye istikbalde de daha çok anayasalar değiştirebilir. Sorun o değil; yaşadığı sistemle ilgisiz bir kitle, ya ciddi bir ilgi göstermiyor veya sadece kahvede vakit geçirmek için sohbet konusu olarak bakıyor. Yeni yapılanma Türkiye’de neleri değiştirir veya nasıl sorunlar yaratır; bunlar düşünce ve tartışma masasına pek yatırılmıyor. 

     Getirilmek istenen yeni sistem Cumhurbaşkanı’na dayanıyor, başbakan yok. ABD’deki gibi başkanla birlikte seçilen tek başkan yardımcısı da yok. Yerini uygun görülen sayıda başkan yardımcısı alıyor. Bakanlar tayin ediliyor… 

     Osmanlı devrine göz atarsak…
Geçmişte nasıldı peki? Uygulamalara göz atalım. II. Abdülhamid devrinde, seçilen nazırlar, padişahın tasdikine sunulurdu. 1920 Meclisi’nde ise tek tek Meclis tarafından seçilirlerdi. Sorumlu oldukları makam Meclis’ti. 1924’ten itibarense başbakan hükümeti kuruyor, cumhurbaşkanı da bu hükümeti tasdik ediyordu ve son karar da Meclis’indi. Şimdi bakanlar sadece başkan tarafından tayin edilecek ve ona hesap verecekler. 

      Yine Osmanlı devrine göz atarsak, sadrazam eskiden beri, padişahın yetkilerini taşıyan ‘vekil-i mutlak’tı. Tanzimat’tan sonra da bu sistem devam etti. Öyle ki, II. Abdülhamid Han, sadrazamın ve Babıâli’nin yetkilerini kısıtlayıp işlemlere Yıldız Sarayı’ndan müdahale ettiği için Tunuslu Hayreddin Paşa sadaretten istifa etmişti. Sonraki sadrazamlar da bu konuda padişahla hep ihtilafa düşerdi. 

     II. Meşrutiyet döneminin padişahları, yeni anayasa taslağını bir yana bırakalım, halihazırdaki konuma göre de cumhurbaşkanından çok daha güçsüzdüler.
Bu tartışmalar sırasında zaman zaman cumhuriyetimizin kurucusuna atıfta bulunuluyor. Gazi Mustafa Kemal Paşa, Atatürk soyadını aldıktan sonra da partinin lideriydi. Her zaman değil ama bazı durumlarda bakanlar kuruluna başkanlık etmiştir. Çıkardığı kanun kuvvetinde kararnamelerin halen yürürlükte olanları var. Ama Atatürk, sanıldığının aksine, başbakanlarını oldukça serbest bırakırdı. Bununla birlikte başvekille sık sık tartıştığı da bilinir. Bilhassa İsmet Paşa’yla önemli anlaşmazlık dönemleri oldu. 

      BAŞKANLIĞIN GERÇEK MODELİ İNÖNÜ’DÜR
Başkanlığın gerçek modeli İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığıdır. Her tayinde ona fikri sorulurdu. Bu dönemin başvekilleri itaatkârdı. Ara sıra tek itiraz, gerçekte kendisine çok bağlı olan Refik Saydam’dan gelmiştir. 

      1950’den sonra Türkiye başvekilin hâkimiyetinde bir memleket oldu. Daha doğrusu görünüş oydu. Hassas konularda Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes’e hâkim olmuştur. 1961’den sonraysa, eskinin tek adamı İsmet İnönü, demokrasinin gereklerine uyan bir başbakanlık yürütmüştür. Bilhassa 1964’ten itibaren, önce ana muhalefet lideri sonra başbakan olan Demirel’le İnönü’nün anlayışlı diyaloğu eski dönemin diriltilmesini, intikamcı rüzgârların şiddetlenmesini önledi.
Şu anda başkanlık sistemi fiilen var. Bunun kanunlaşmasının çekişmesi yapılıyor. Böyle bir değişimin pek hadisesiz geçeceğini beklemiyoruz ama iktidar partisi milletvekillerine itidal ve daha tutarlı bir savunma, muhalefete de hiç değilse anayasal sistem üzerindeki tenkit ve tekliflerini öneren kısa ama sorunları etraflıca ele alan bir raporu basıp dağıtması önerilir. Çünkü sokaktaki milyonlarca yurttaşın bu kavganın niye geçtiğini, ne etrafında döndüğünü anlamadığı, bilmediği ve ilgilenmediği açık.

‘HÜKÜMDAR BURAYA GELMESİN’ DİYEN PARLAMENTERLER
ANAYASA, devleti yapılandıran kanundur. Böyle bir metni olmayan memleket var malum; Britanya Monarşisi… Britanya, kanunlar, uygulamalar, fermanlar, hatta sadece örf-i âdet ile yürür. Britanya hükümdarları, Avam Kamarası’na adım atmaz. Sebebi Avam Kamarası’nın böyle bir kanun yapmış olması değildir. Bir tarihte parlamenterler, “Hükümdar buraya gelmesin” diye bağırmıştır.

3. Dünya Savaşı mı ? Orta Doğu Meseleleri mi ? Yoksa Ekonomi mi ?

Ne III. Dünya savaşı, ne Orta Doğu problemleri ne de ekonomi… Bunlardan hiçbiri bir ülkenin geleceğini

         Ne III. Dünya savaşı, ne Orta Doğu problemleri ne de ekonomi… Bunlardan hiçbiri bir ülkenin geleceğini karartacak güce sahip değil. Bu ve bunun gibi nesnel olaylara odaklanırken başka bir yöntemle bölündük, dağılıyoruz.

          Bunun adı kutuplaşma! Ülke olarak o kadar kutuplaştık ki bunun farkında olamayacak konuma geldiğimizi görüyorum. Bunu bu kutuplaşma çemberinin dışına çıkınca farkettim. Kutuplaşma nerde başladı kimle başladı bilmem ama tek suçlusu varsa o da bizizdir. Bunu okuyan biz derken aklına ne geliyorsa odur iste suçlu. Bunun çok yakin çevrem Recep Tayyip Erdogan’a yükleyebilir. Inanın ki tek suçlu o da degil. O, bu ortamdan en iyi yararlanan, kutuplaşmadan kendi isteği doğrultusunda bir ülke yaratmak isteyen bir siyasetçi konumunda. Konumuz siyaset değil zaten. Konu biziz. Biz için de siyaset ne kadar gerekli bunu düşünmenizi öneririm. Bu yazımda sahte vatan, millet, Sakarya nutukları atmayacağım. Durduk yere kendime düşman seçip suyun akıttığı yöne doğru seslenişlerde bulunmayacağım. Bunu o kadar çok yapan var ki çevremizde bundan ben sıkıldım eminim ki sıkılanlar vardır içinizde.

          Ülke genel olarak iki akıl üzerinden yönetilmeye, şekillendirilmeye ve gitmeye başladı. Hemen hemen her konuda ikiye bölünebilir hale geldik. Yani bizim için ya ak oldu ya kara. Kimse diğer renklerden bahsetmez oldu. Ne mavinin ne yeşilin bir adi kalmadı. Bütün renkleri öldürdük. Dünya’ya 2 kanaldan bağlanan Orta Çağ insanları haline geldik. Dünya değişirken biz hala gündeme ak ve kara yorumları yapma meşguliyeti içindeyiz. Çünkü bizim ekonominin güven veren mavisine, sanatın senlendiren sarısına, sporun coşturan kırmızısına, tarımın gönül acan yeşiline, sanayinin sert grisine, bilimin bembeyazına zamanımız kalmadı. Şöyle bakınca bilim insanlarını kaçırır olduk. Sanatçıyı bezdirir hale geldik. En son şöyle  sağlam arabeske bağlamayan şairimiz bile kalmadı. Kimse Karadeniz’in yeşilliğini yazıyor halde degil. Şarkılarımız bile aşktan öteye geçemiyor. Buna katılmıyorsanız kendinize sorun; Sanatçılar ve bilim insanlarını nasıl gündem ediniyoruz diye. Fazıl Say gibi biri besteler yapacakken siyasetle ilginlenmek zorunda kalıyor. Nobel Ödülü almış bir Bilim insanının önce ırkını sonra siyasi görüşüne göre ele alıyoruz.  Kültürel ve sosyal anlamda bittik haberimiz yok yani abiler, ablalar…

          Geçenler eski Turk devletleri nasıl yıkılmış diye araştırma yaptım biraz. Sebepleri inanin hiç uzak degil. Birileri belki görüyordur ama yıkılma sürecine girdiğimizi görmemezlikten gelmek de çok hayalperestlik.

          Bir ülke gider bir ülke gelir.. Giden de biziz gelen de biziz. Benim korkum, şüphem yok. Ama çocukluğum ve gençliğim bir liderin ülkeyi dizayn etmesiyle geçti gidiyor. Ben en azından gelecek yaşantımı, çocuklarımı ve gelecegimi düzenli huzur dolu bir ülkede geçirmek istiyorum. Renklerin tadına varmayı, huzur içinde yaşayıp ölmek istiyorum.

          Bu duruma kim dur diyecek ya da değiştirecek ya da yeniden inşaa edecek bilmiyorum. Yorulanlar olarak bunu dile getirmek istedim.

ucurum

Suç Sizin Günah Bizim

           Çok zor dönemlerdi 1800lu yıllar. Osmanlı sürekli toprak kaybediyor,
azınlıktaki halklar sürekli isyanlar içersinde. Koca devlet milim milim küçülürken, Osmanlı da az degil hani. Onca subayını, öğrencisini okutmuş, geliştirmiş. Dünya’yı takip eden aydın bir kesim var. Bunların çoğu devletin içinde gorevler almış. Öyle vay sen bizim gibi düşünmüyorsun diye özel şirketlerde falan çalışmıyorlar. Dünya’yı hepsi devlete hizmet ediyor. Tabi bu lisan bilen, Dünya’yı takip eden abiler; nasıl şimdi siz en iyi telefon/bilgisayar hangi modeldir nereden ucuza alınır gibi bilgilere sahipseniz, değişen Dünya’da devlet icinde oldukları icin hangi yönetim biçimi en iyi sistemdir diye düşünüyorlar.
  Dertleri; padişah olmak falan degil tabi sonuçta padişahlık kandan geçen kimilerinin asla olamayacağı şeyler. Ama vardır işte böyle deli insanlar. Kimi Everest’in tepesinden Dünya’ya bakmayı hayal eder kimisi bulunduğu yerden güzel bir ülkeye bakmayı hayal eder. İşte o zamanlar bu döneme benzer tartışmalar sürüyor. Ekonomi berbat, sürekli toprak kaybı oluyor. Elaleme rezil oluyoruz. Yok mudur buna dur diyecek bir sistem falan. Şimdi Osmanlı çok kozmopolit böyle çokça ulusun yaşadığı bir yer olduğu için herkesin dostça yaşayacağı, kimsenin hakkının kimseye geçmeyeceği şeyler hayal edilip duruyor. O günün şartlarında; Yani Padişahım sen çok yaşa ama şimdi sen köydeki eğitim sistemiyle neden uğraşmaktasınız? Bunu işin ehline bırakalım o halletsin sen onaylarsın diye fikirler gelişiyor. İşte bizim İnkilap tarihi dersinde öğrendiğimiz sıkıcı meşrutiyet konusu bu aslında baktığında. Ben de öğrendiklerimi yazıyorum. Bir tarihçi çıkar hadi len ordan derse bana bu öğretildi bastan diyeyim. Yaklaşık 200 yılda arpa boyu yol alamamışız ona yanıyorum. Sistemler, siyaset günün ihtiyaçlarına göre şekillenir eyvallah da. Nedir bu acele ? Tek bir sese ihtiyaç duyduğumuz nokta nedir? Tüm bunların sebebi hasta olduğu iddia edilen bir adamın siyasi hırsları mıdır ? Gelecek kaygısı mıdır ? Kapıda bekleyen savaş mıdır ? Bu ülke çok diktalar gördü hepsinin geçerli bir açıklaması varken bu Ahi desen Ahi değil, esnaf desen esnaf değil, İş adamı desen iş adamı değil bu adamların diktasına bu kadar ihtiyaç duyulduğunu hiç anlamadım.
     Tarihi çok seviyorum aslında yaşadığımız olaylar alakasız bir ülkenin tarihini açıp baktığımız da bile görebiliriz. Gidelim Fransa’ya bakalım burjuva, köylü ile anlaşıp kralı yıkıyor. İşler tam rayında gidecekken Napolyon geliyor. Tekrar diyorum Ahmetler gelir, Mehmetler gider peki bu geliş gidişte kaybedilen enerji, zamandan bizim suçumuz nedir  ?

2695110-diktator-e1454661213765-660x330

Continue reading “Suç Sizin Günah Bizim”

Ekran Full HD, Çözünürlük Düşük

         Ilk Vietnamlılar konusunda yanıldık. Rambo gibi zipkin bir yiğidin karşısında ebecik gubecik, harala hurele konuşan insan mı lan bunlar dediğimiz tiplere karşı elbette Rambo’yu tuttuk hepimiz. Çünkü Rambo güçlü, çevik, akıllıdı. Tıpkı biz gibi en azından olmak istediğimiz gibiydi ama Vietnamlılar öyle mi hepsi bir arada gezen kahraman olamayan avci, toplayıcı ilk insan gibi oldukça ilkeldi. Sormadık hiç yav bu Rambo yiğidim ne işi vardı orada diye. Çünkü Rambo sorgulanmayacak kadar başarılı bir insandı. Sonra burada Vietnamlılarla tanıştım cidden çok kaliteli ve zeki bir millet. Gayet akıllı ve temizler. Matematik konusunda çok başarılı oldukları söyleniyor. Uzak Doğu toplumları arasında en karakterli toplum yıldızını verdim diyebilirim. Mesela bir örnek küçük çocukların sağ ellerini alçiya alıp sol elini kullanmayı öğretiyorlarmış. Tam kullanabildikten sonra kırıp iki elini mükemmel derecede kullanabilen bir kişi oluyorlar. Bu da beynin sağını solunu iyi kullanan insan yapiyor onlari. Neyse. Yazının buraya kadar okuma gayreti gostermeniz aslında hoşuma gitti. Burda bir abi söyledi. Cümle aynen şu “Amerika tamamen görüntüden ibarettir”diye. Ben de bu cümleyi aynen iletiyorum size. Çünkü karşısında baktığımız televizyon ya da koltuklarımızda habur hupur patlamış mısır yerken izlediğimiz filmlerde bu hep böyle gösterildi. Bunları yiyenlerden ve görenlerden biri olarak şimdi bol bol geçirme hakkına sahibim. Birkaçınız şimdi “Aa gitti bak beğenmedi mutlu değil” diye cakalimsı avcunu ogusturabilir bilir. Avustur cakal kardeşim senin de hakkın sana da bol eğlenceler. Takip edenler görmüştür ki Los Angeles’da turistik biraz gezinti yaptım. 2 yere gittim ve tam bir hayal kırıklığıydı. Ilki Hollywood fame walk dedikleri yıldızların isimleri olan cadde. Senin benim gibi İstiklal Caddesi görmüş birine cidden o kadar saçma geliyor ki anlatamam. Sıradan bir cadde, kaldırımda ünlü isimleri ve siradan hayatına devam eden insanlar. Alışveriş dükkanları önünde en bilindik yıldızlar ve tanesi 5$ satılan ıvır zıvır. Bu biraz spoiler vermek gibi olacak ama oldukça sıkıcı. Işte o meşhur cadde bende ki uyandırdığı izlenim. Eminim ki bir yerden girdi kafama ve geldim gittim oraya şimdi ise boş bir anı olarak kaldı ben de.  Çünkü ben oraya gittiğim de bir arkadaşımın Türkiye’de değil de Amerika’da doğsa bilim kurgu alanında ne kadar başarılı biri olacağını düşündüm. Ama onun imkanı ve altyapısını sağlayacağı bir ortamı olmadı ve siz onu asla bilemeyeceksiniz.

          Ikinci durağım ise long beach oldu. Bana deseler ki beach tabiri nerden çıkmıştır düşünmeden long beach derim. Hatta beach de benim aklıma long beach gelir o derece. Ama gördüm ki Aydın Kuşadası’nda ki sevgi plajından daha güzel değil. Bakın en güzel beachler biz de demiyorum. Adriyatik kıyılarında ki İtalyan beachlerine aklım gitmişti çoğumuz adını dahi bilmeyiz ama bir long beach kadar aklımızda yer edinmemiştir.

          Neyse demem o ki bazı şeylerin kabına, lafına değil işlevine bakalım. Size iki yer bir tecrübe anlattım istediğiniz gibi evirip çevirebilirsiniz ama gerçeği görmek için tecrübeye ihtiyaç duyacaksınız. Bu kadarlık yeter canım isterse diğer yazım. California kafası üzerine olacak.

image

image
Bu fotonun yönünü degistiremedim lanet olsun.