Peki Ne Yapmali?

“Herkesin suçlu olduğu bir ortam, büyük değişimlere yol açabilecek enerjiler barındırır.”

2023 ‘un daha ikinci ayı bitmeden yaşadığımız doğal, toplumsal ve siyasi afetler, on binlerce canımızı kaybetmemize sebep olurken milyonlarca insanimizin psikolojisi enkaz ve siyasi rezillikler altında kaldı. Onca canimizi kaybetmemizin yani sıra üzerimizde oluşan psikolojik depremler, karamsarlık ve umutsuzluk bulutlarıyla çevremizi kapladı.

Post modern yaklaşım olayları daha psikolojik açıdan ele alıyor olsa da ortada çok ciddi bir toplumsal vaka ile karşı karşıya kalmış durumdayız. “Herkesin suçlu olduğu bir ortam, büyük değişimlere yol açabilecek enerjiler barındırır.” Bu enerjiyi şu an ki iktidar sahipleri (buna muhalefet de dahil) ellerinden geldiği kadar kanalize oluşan toplumsal öfke ve ruhu engelleme, yükseltme ya da anlamsızlaştırma çabası içerisine girmeye çoktan başladılar bile. Bir de yaklaşan seçimi de düşünürsek Türkiye’yi büyük farklılıklara gebe günler bekliyor.

Asil konuşmamız gereken; bu buhranlar yeni toplumsal ilkelere on ayak olabilir mi? Toplumsal kimliğiniz bir yana ülkemizde en büyük birlikteliklerin ve dayanışmanın sağlandığı afet olayları tarihe, topluma, siyasete büyük etkilerini tarih boyunca örnekleriyle görebiliriz. Afetler değişimin başlangıcıdır. Buna ihmallere öfke ya da ruhani bir anlam yüklemiştir insanlar tarih boyunca. Peki biz buradan yeni ilkeleri nasıl çıkartacağız? Nasıl toplumsal bir mutabakat sağlayabileceğiz? Bunun en büyük başlangıcı AFAD, Kızılay, belediye, denetim yapılarından başlayacağı aşikâr gibi duruyor. Gerçekliği siyasi tartışmalara malzeme etmeden tartışamamak, ülkenin ihtiyaçları konusunda bir araya gelememek hem yeni jenerasyon ile tarihe karışacak gibi duruyor.

Herkesin bildiği şeyleri toplumun tüm kesimleriyle konuşup, anlaşıp daha sonra taraflara bölünerek toplumsal ilerlemenin önüne çekilen seti son yıllarda oldukça fazla görmeye başladık. Fikrin değerini kaybettiği, fikri söylenin değerlendiği bir ortamda, çözümden daha çok bizim ademimizin çözümüne odaklandık. Halbuki çözümün birlik ve dayanışmadan geçtiğini söylediğimiz halde.

Kutuplaşmış kitleleri çözüme yönlendiren duyguları beslemek afetlere ve krizlere kalmış durumda gözüküyor. Çünkü kurulan çıkar birliktelikleri değişikliklerle ilerlemekten öteye belli bir alana nüfuz edip bunun rantı üzerinden yapıldığı için sistem kitlenmiş duruyor. Bu sistem kilidi birçok toplumsal olayla aşındırılsa, zorlanılsa da çıkar grupları tarafından bir şekilde engellendi ve bastırıldı. Şimdi ise çözüme bir adim uzakta durabiliriz.

Seçimlerle iyi bir şeyler olur mu?

En azından deneyebiliriz! Önümüzdeki seçim iki güçlü tarafın önerdiklerine bakılırsa oldukça değişim yaratacak bir secim gibi duruyor. Bir taraf 21 yıllık iktidarının mükemmelliğinden ve uluslararası baskıları mücadele etmekten dem vurarak oy topluyor ve toplayacak. Benim de inanmış olduğum 6 masa ise yayınladıkları bildirge ile yapısal reform, sistem değişikliği ya da devrim artık adına ne derseniz böyle bir çalışma ile seçime gidiyor. Benim temennim, beklentim ve umudum; Kılıçdaroğlu’nu Cumhurbaşkanlığıyla yönetilecek 5 yıllık bir ara devrim dönemidir. Bu 5 yıllık süreçte; ekonomi, hukuk ve siyasal alt yapılar toplumun %60-80 oranın da katılımıyla sağlanabilir. Ekonomik reformlar, yargı bağımsızlığı, insan/kadın/hayvan/LGBT hakları, üretime ve girişimciliğe yönelik reformlar, göçmen sorunu, sinir güvenliği, tarım ve su sorunu gibi elzem konular toplumsal birliktelerken çıkacak sorunlar üzerine çözülebilir. Elbette bu reformları yapacak kurum siyaset kurumudur. Türkiye’de en büyük yozlaşmanın olduğu kurumlara elbette güvenim yok ama bunun takipçisi olmamak dışında bir çözümümüz de yok. Bu kurulan ikili senaryonun diğer tarafı ise oldukça sıkıntılı ve kaotik olacaktır. Sadece bir yol bunların tüm dışına çıkartabilir bizi. 2002 seçimlerinde olduğu gibi meclisteki partilerin bir daha seçilememesi seçeneği. Ben bunu son kamuoyu araştırmalarına bakarak söyleyebilirim ki biraz düşük ihtimal geliyor. Türkiye uzun bir 2023 yılı yasayacak. Bu yılda gelecek 100 yıl için güzel sonuçlar elde edebileceğimiz bir yıl olması dileğiyle.

Nereye gideceğini bilmiyorsan, hangi yoldan gittiğinin hiçbir önemi yok.’

Ofsayttan Gol Olmaz

Peki sizce Dünya’da bizi şaşırtacak hiçbir şey kalmadı mi ?

            Küçük bir bebekle oynadığınızda onun daha Dünya’dan haberi olmadığı çok şeyi kullanarak onu şaşırtabilirsiniz. Ona aynayı göstermek, teknolojik aletleri göstermek herhalde yaş ilerledikçe göremeyeceğiniz bir şaşırma derecesini göreceksiniz. Bir bebeğe telefondan bir video açtığınızda ya da onu aynaya karşı tuttuğunuz da ki şaşırma en saf yüzde yüzlük bir şaşırma hissidir. Insan görmediği birşeyi görmesi nasıl bir duygudur pek tadamadık. Uzaylı bile görsek tas atacak moda geldik.

             Peki sizce Dünya’da bizi şaşırtacak hiçbir şey kalmadı mi ?

            Şöyle insanlara baktığım zaman görsel ağıtlıklı öğrenim sistemi dedikleri sistemle her konu hakkında bilgi sahibi olduklarını görüyorum. Bu bizim bizim okumuş çevrelerimizde daha da yaygın. Diğer çevrelerde ise duyarak, dedikodu şeklinde öğrenmeler mevcut. Bilim, sanat, teknoloji gibi bilgileri sosyal medya mecralarından hızlı takip dediğimiz insanların bulmak için bir ömür harcadığı bilgileri 1-2 dakikalık bilgilerle anlıyor olmamız ne kadar gerçekçi?

            Türkiye kaynaklı oldukça popüler olan haber sisteleri(Onedio), sözlük siteleri(Ekşi Sözlük), bilim sayfaları(Fizikist), teknoloji siteleri(Shiftdelete) ve bunları oldukça çoğaltabiliriz hayatın hemen hemen her konusunda burada bilgiler bulabiliyoruz. Bu bilgiler bize bir şekil hap halinde sunuluyor. Birkaç grup var mesela. Bu gruplarda aktif olan kişiler kendini grubun konusuyla ilgili bilirkişi temin edebiliyor. Örneğin; bir bilim grubunda sürekli paylaşım yapan X’e bilim insani diyebilecek noktaya geliyoruz. Ama bu X bilimin her konusuyla ilgilenirken toplamında sıfıra değen bir bilgiye sahip oluyor.

            Bunun sonucunda güzel uygulamalar indireni teknolojiden anlayan, Newton ile Einstein’i karıştırmayanı bilimden anlayan, dolar kurunu gündelik takip edeni ekonomist ilan ediyoruz.

            Kulakları çınlasın bir Metin abimiz vardi. Biz böyle siyasetle falan koştururken eski gençlik kollar başkanıydı. Bize dediği bir söz vardı. “Her devrimci her konu hakkında yarım saat konuşabilme ama bir konu hakkında sabaha kadar konuşabilme yetisine sahip olmalı“ diye bir sözü vardi. Genel olarak geldiğimiz nokta ise her konu hakkında yarım saat konuşabilir hale geldik.

            Amerika’ya geldiğim zaman insanlarla uzun sohbetler konusunda pek iyi değildim. Turkiye’deki sohbet ortamlarından da sıkılmıştım. Türkiye’de daldan dala konulara atlamalar. Tam bilgi sahibi olunmayan şeyler ve tarihler hakkında kesin sözler beni hep gerer ve sıkardı. Amerika’da değişik milletlerden tanışma imkanı bulunca aslında genel insanlığın bizim kadar çok bilgi sahibi olmadigini düşündüm. Bana göre hepsi cahildi. Adam akilli eğitim almamışlar ya da kendilerini geliştirmemişler diye dusundum. Tabi Ingilizce gelişip insanları daha iyi tanımaya başlayınca yanıldığımı farkettim. Ispanya’daki Katalanların sorunu Katalanlardan başka bilen yoktu ama insanlar okuduğu eğitim aldığı alanlarda ortalamanın üstünde hatta derinlemesine bilgi sahibi olduğunu gördüm.

            Mesela bir bilgisayar mühendisi diyelim. Bizim ülkemizdeki bilgisayar mühendisleri gelişen çağda kendilerini öyle bir yere koydular ki onlar dışında kalan tüm insanların onlara format makinesi gözüyle baktıklarını falan düşünüyorlar. Biz ve diğer insanlar olarak ikiye ayırıp geri kalanların hiçbir şeye  bilmediğini düşünüyorlardı. Bu benim gözlemim. Burda Silikon Vadisi’nde üç ay kadar kaldım. Burada ki tecrübem; insanlarla tanışıyorsun adam Google’da mühendis, IBM’de code maker onlar da bizim Sütçü İmam bilgisayar mühendisliğinden mezun çocukta ki kibir, bilmişlik yok. Neyse bu biraz da başka birşeyin konusu ama bizim bu çocuğa gidip söyle bir projemiz var desen ben kod yazmayı bilmiyorum ki diyor.

            Toplayacak olursak bunu bir özeleştiri metni olarak kendinize kabul edebilirsiniz. Çünkü bu benim kendi özeleştirimdir. Her konuda bilgi sahibi olmak aslında bizi koca bir cahil yaptığının farkına varmak benim ciddi bir zamanımı aldı. Siz de bu konuda ki tartışmanızı kendinizle yapın. En iyi siyasetçi, en iyi spor adamı, en iyi filozof, en iyi yönetmen  vs vs olmak bu Dünya’da ne kadar mümkün?

            Bu konuda eklemek, örnek vermek, eleştirmek bulunmak için yorum ve mesaj yoluyla ulaşabilirsiniz. Esenlikler…

Meseleri mesele etmez isek ortada bir halt kalmaz!

İnsanoğlu ateşi üşüdüğü için, tekerleği beli ağrıdığı için bulduğunu düşünüyorum. Meseleler üzerine ne kadar düşülürse ortadan kalkacağını düşünüyorum. Bu meseleyi ortadan kaldiracak zaman, fikir tamamen sizin karakterinize ve yapacağınıza bağlı kalmış. 

Lakin işler biz de bizim kültür coğrafyamızda bu şekilde ilerlemiyor. Biz de amaç meseleyi mesele etmemek. Bunu teknolojide, bilimde, sanatta bir şekilde absürde edebilirsiniz ama hukuk, adalet, sosyal düzen konularında mesele etmez isek toplumsal olarak çürümeye başlar bir yerden sonrada kokarız. 

Bu koku son yillarda o kadar çok arttı ki artık insanlar burnunu tutmadan yürüyemez oldu. Bir zamanlarin İzmir’i gibi kokmaya başladı görünüşü güzel ama kokuyor.
Bu konuda çevremden çok eleştiri alıyorum. Çok ağır bir dille ekleştiriliyorum. Yönümün saptığından, hatta Akpli olduğumdan söz ediliyor. Bu iddialar gülüyor hepinizin gözünün döndüğünü düşünüyorum. Mahalleyi su basmış her yer kokarken lağımın kapağını açana tüm enerjimizi harcayalım yoksa mahalleyi nasıl temizleriz bununla mi uğraşalım ?
Kusura bakmayin benim bir tane mahallem var. Eski ve Yeni Türkiye’yi ne kadar sevmediğimi birçoğunuz bilir. Bir çoğunuzun aklında olmazsa giderim burlardan kafasi mevcut tabi ama yaklaşık 15 ülke gezdim son 1.5 yılımı da Amerika’da yaşıyorum o işler öyle olmuyor abiler, ablarla gidince herşey bitmiyor. Türkçe bildiğin konuştuğun sürece bu dertler sıkıntılar peşinden geliyor. Hiç umursamasan bile biri gelip ya sizin mahalle kokuyormuş diyor. Neyse…

Dürüst olmak gerekirse; Dünya Cihangir kafelerinden, Kadıköy Moda’dan, Nazım Hikmet’de çay içmekten, Yozgat’tan, Diyarbakir’dan, Aydın’dan gözüktüğü gibi bir yer değil abiler, ablalar. Romantikliği ve gerçeklikten öte bir kenara koymayalım. Gidip ilk gördüğünüz karşıtınızın da boynuna atlayın demiyorum ama biriniz gitti mahallede adam akıllı kanalizasyon yapmadi biriniz gitti su basmış kendi evimi kurtarayim derken bile bile rogar kapağını açtı. Sonuç olarak el birliğiyle içine ettik bir çok şeyin.
 
Demem o ki artık meseleri mesele edelim. Bilimi, sanatı, ekonomiyi, eğitimi, kültürü,dış ilişkileri hep mesele edelim kafa yoralim.

İhtiyaçlarımızı belirleyelim. Derdimizi bilelim ki bu ülkede kafası çalışan çok adam var onlarla birlikte derman üretelim. Altını tekrar çiziyorum eğitimin derdini Finlandiya eğitim sistemi, ekonomiyi Güney Kore’nin sistemi kurtarmayacak. Onlar orada başarılı bizim yeni başarı hikayeleri yazmamız gerekiyor. 

3. Dünya Savaşı mı ? Orta Doğu Meseleleri mi ? Yoksa Ekonomi mi ?

Ne III. Dünya savaşı, ne Orta Doğu problemleri ne de ekonomi… Bunlardan hiçbiri bir ülkenin geleceğini

         Ne III. Dünya savaşı, ne Orta Doğu problemleri ne de ekonomi… Bunlardan hiçbiri bir ülkenin geleceğini karartacak güce sahip değil. Bu ve bunun gibi nesnel olaylara odaklanırken başka bir yöntemle bölündük, dağılıyoruz.

          Bunun adı kutuplaşma! Ülke olarak o kadar kutuplaştık ki bunun farkında olamayacak konuma geldiğimizi görüyorum. Bunu bu kutuplaşma çemberinin dışına çıkınca farkettim. Kutuplaşma nerde başladı kimle başladı bilmem ama tek suçlusu varsa o da bizizdir. Bunu okuyan biz derken aklına ne geliyorsa odur iste suçlu. Bunun çok yakin çevrem Recep Tayyip Erdogan’a yükleyebilir. Inanın ki tek suçlu o da degil. O, bu ortamdan en iyi yararlanan, kutuplaşmadan kendi isteği doğrultusunda bir ülke yaratmak isteyen bir siyasetçi konumunda. Konumuz siyaset değil zaten. Konu biziz. Biz için de siyaset ne kadar gerekli bunu düşünmenizi öneririm. Bu yazımda sahte vatan, millet, Sakarya nutukları atmayacağım. Durduk yere kendime düşman seçip suyun akıttığı yöne doğru seslenişlerde bulunmayacağım. Bunu o kadar çok yapan var ki çevremizde bundan ben sıkıldım eminim ki sıkılanlar vardır içinizde.

          Ülke genel olarak iki akıl üzerinden yönetilmeye, şekillendirilmeye ve gitmeye başladı. Hemen hemen her konuda ikiye bölünebilir hale geldik. Yani bizim için ya ak oldu ya kara. Kimse diğer renklerden bahsetmez oldu. Ne mavinin ne yeşilin bir adi kalmadı. Bütün renkleri öldürdük. Dünya’ya 2 kanaldan bağlanan Orta Çağ insanları haline geldik. Dünya değişirken biz hala gündeme ak ve kara yorumları yapma meşguliyeti içindeyiz. Çünkü bizim ekonominin güven veren mavisine, sanatın senlendiren sarısına, sporun coşturan kırmızısına, tarımın gönül acan yeşiline, sanayinin sert grisine, bilimin bembeyazına zamanımız kalmadı. Şöyle bakınca bilim insanlarını kaçırır olduk. Sanatçıyı bezdirir hale geldik. En son şöyle  sağlam arabeske bağlamayan şairimiz bile kalmadı. Kimse Karadeniz’in yeşilliğini yazıyor halde degil. Şarkılarımız bile aşktan öteye geçemiyor. Buna katılmıyorsanız kendinize sorun; Sanatçılar ve bilim insanlarını nasıl gündem ediniyoruz diye. Fazıl Say gibi biri besteler yapacakken siyasetle ilginlenmek zorunda kalıyor. Nobel Ödülü almış bir Bilim insanının önce ırkını sonra siyasi görüşüne göre ele alıyoruz.  Kültürel ve sosyal anlamda bittik haberimiz yok yani abiler, ablalar…

          Geçenler eski Turk devletleri nasıl yıkılmış diye araştırma yaptım biraz. Sebepleri inanin hiç uzak degil. Birileri belki görüyordur ama yıkılma sürecine girdiğimizi görmemezlikten gelmek de çok hayalperestlik.

          Bir ülke gider bir ülke gelir.. Giden de biziz gelen de biziz. Benim korkum, şüphem yok. Ama çocukluğum ve gençliğim bir liderin ülkeyi dizayn etmesiyle geçti gidiyor. Ben en azından gelecek yaşantımı, çocuklarımı ve gelecegimi düzenli huzur dolu bir ülkede geçirmek istiyorum. Renklerin tadına varmayı, huzur içinde yaşayıp ölmek istiyorum.

          Bu duruma kim dur diyecek ya da değiştirecek ya da yeniden inşaa edecek bilmiyorum. Yorulanlar olarak bunu dile getirmek istedim.

ucurum

Suç Sizin Günah Bizim

           Çok zor dönemlerdi 1800lu yıllar. Osmanlı sürekli toprak kaybediyor,
azınlıktaki halklar sürekli isyanlar içersinde. Koca devlet milim milim küçülürken, Osmanlı da az degil hani. Onca subayını, öğrencisini okutmuş, geliştirmiş. Dünya’yı takip eden aydın bir kesim var. Bunların çoğu devletin içinde gorevler almış. Öyle vay sen bizim gibi düşünmüyorsun diye özel şirketlerde falan çalışmıyorlar. Dünya’yı hepsi devlete hizmet ediyor. Tabi bu lisan bilen, Dünya’yı takip eden abiler; nasıl şimdi siz en iyi telefon/bilgisayar hangi modeldir nereden ucuza alınır gibi bilgilere sahipseniz, değişen Dünya’da devlet icinde oldukları icin hangi yönetim biçimi en iyi sistemdir diye düşünüyorlar.
  Dertleri; padişah olmak falan degil tabi sonuçta padişahlık kandan geçen kimilerinin asla olamayacağı şeyler. Ama vardır işte böyle deli insanlar. Kimi Everest’in tepesinden Dünya’ya bakmayı hayal eder kimisi bulunduğu yerden güzel bir ülkeye bakmayı hayal eder. İşte o zamanlar bu döneme benzer tartışmalar sürüyor. Ekonomi berbat, sürekli toprak kaybı oluyor. Elaleme rezil oluyoruz. Yok mudur buna dur diyecek bir sistem falan. Şimdi Osmanlı çok kozmopolit böyle çokça ulusun yaşadığı bir yer olduğu için herkesin dostça yaşayacağı, kimsenin hakkının kimseye geçmeyeceği şeyler hayal edilip duruyor. O günün şartlarında; Yani Padişahım sen çok yaşa ama şimdi sen köydeki eğitim sistemiyle neden uğraşmaktasınız? Bunu işin ehline bırakalım o halletsin sen onaylarsın diye fikirler gelişiyor. İşte bizim İnkilap tarihi dersinde öğrendiğimiz sıkıcı meşrutiyet konusu bu aslında baktığında. Ben de öğrendiklerimi yazıyorum. Bir tarihçi çıkar hadi len ordan derse bana bu öğretildi bastan diyeyim. Yaklaşık 200 yılda arpa boyu yol alamamışız ona yanıyorum. Sistemler, siyaset günün ihtiyaçlarına göre şekillenir eyvallah da. Nedir bu acele ? Tek bir sese ihtiyaç duyduğumuz nokta nedir? Tüm bunların sebebi hasta olduğu iddia edilen bir adamın siyasi hırsları mıdır ? Gelecek kaygısı mıdır ? Kapıda bekleyen savaş mıdır ? Bu ülke çok diktalar gördü hepsinin geçerli bir açıklaması varken bu Ahi desen Ahi değil, esnaf desen esnaf değil, İş adamı desen iş adamı değil bu adamların diktasına bu kadar ihtiyaç duyulduğunu hiç anlamadım.
     Tarihi çok seviyorum aslında yaşadığımız olaylar alakasız bir ülkenin tarihini açıp baktığımız da bile görebiliriz. Gidelim Fransa’ya bakalım burjuva, köylü ile anlaşıp kralı yıkıyor. İşler tam rayında gidecekken Napolyon geliyor. Tekrar diyorum Ahmetler gelir, Mehmetler gider peki bu geliş gidişte kaybedilen enerji, zamandan bizim suçumuz nedir  ?

2695110-diktator-e1454661213765-660x330

Continue reading “Suç Sizin Günah Bizim”

Ekran Full HD, Çözünürlük Düşük

         Ilk Vietnamlılar konusunda yanıldık. Rambo gibi zipkin bir yiğidin karşısında ebecik gubecik, harala hurele konuşan insan mı lan bunlar dediğimiz tiplere karşı elbette Rambo’yu tuttuk hepimiz. Çünkü Rambo güçlü, çevik, akıllıdı. Tıpkı biz gibi en azından olmak istediğimiz gibiydi ama Vietnamlılar öyle mi hepsi bir arada gezen kahraman olamayan avci, toplayıcı ilk insan gibi oldukça ilkeldi. Sormadık hiç yav bu Rambo yiğidim ne işi vardı orada diye. Çünkü Rambo sorgulanmayacak kadar başarılı bir insandı. Sonra burada Vietnamlılarla tanıştım cidden çok kaliteli ve zeki bir millet. Gayet akıllı ve temizler. Matematik konusunda çok başarılı oldukları söyleniyor. Uzak Doğu toplumları arasında en karakterli toplum yıldızını verdim diyebilirim. Mesela bir örnek küçük çocukların sağ ellerini alçiya alıp sol elini kullanmayı öğretiyorlarmış. Tam kullanabildikten sonra kırıp iki elini mükemmel derecede kullanabilen bir kişi oluyorlar. Bu da beynin sağını solunu iyi kullanan insan yapiyor onlari. Neyse. Yazının buraya kadar okuma gayreti gostermeniz aslında hoşuma gitti. Burda bir abi söyledi. Cümle aynen şu “Amerika tamamen görüntüden ibarettir”diye. Ben de bu cümleyi aynen iletiyorum size. Çünkü karşısında baktığımız televizyon ya da koltuklarımızda habur hupur patlamış mısır yerken izlediğimiz filmlerde bu hep böyle gösterildi. Bunları yiyenlerden ve görenlerden biri olarak şimdi bol bol geçirme hakkına sahibim. Birkaçınız şimdi “Aa gitti bak beğenmedi mutlu değil” diye cakalimsı avcunu ogusturabilir bilir. Avustur cakal kardeşim senin de hakkın sana da bol eğlenceler. Takip edenler görmüştür ki Los Angeles’da turistik biraz gezinti yaptım. 2 yere gittim ve tam bir hayal kırıklığıydı. Ilki Hollywood fame walk dedikleri yıldızların isimleri olan cadde. Senin benim gibi İstiklal Caddesi görmüş birine cidden o kadar saçma geliyor ki anlatamam. Sıradan bir cadde, kaldırımda ünlü isimleri ve siradan hayatına devam eden insanlar. Alışveriş dükkanları önünde en bilindik yıldızlar ve tanesi 5$ satılan ıvır zıvır. Bu biraz spoiler vermek gibi olacak ama oldukça sıkıcı. Işte o meşhur cadde bende ki uyandırdığı izlenim. Eminim ki bir yerden girdi kafama ve geldim gittim oraya şimdi ise boş bir anı olarak kaldı ben de.  Çünkü ben oraya gittiğim de bir arkadaşımın Türkiye’de değil de Amerika’da doğsa bilim kurgu alanında ne kadar başarılı biri olacağını düşündüm. Ama onun imkanı ve altyapısını sağlayacağı bir ortamı olmadı ve siz onu asla bilemeyeceksiniz.

          Ikinci durağım ise long beach oldu. Bana deseler ki beach tabiri nerden çıkmıştır düşünmeden long beach derim. Hatta beach de benim aklıma long beach gelir o derece. Ama gördüm ki Aydın Kuşadası’nda ki sevgi plajından daha güzel değil. Bakın en güzel beachler biz de demiyorum. Adriyatik kıyılarında ki İtalyan beachlerine aklım gitmişti çoğumuz adını dahi bilmeyiz ama bir long beach kadar aklımızda yer edinmemiştir.

          Neyse demem o ki bazı şeylerin kabına, lafına değil işlevine bakalım. Size iki yer bir tecrübe anlattım istediğiniz gibi evirip çevirebilirsiniz ama gerçeği görmek için tecrübeye ihtiyaç duyacaksınız. Bu kadarlık yeter canım isterse diğer yazım. California kafası üzerine olacak.

image

image
Bu fotonun yönünü degistiremedim lanet olsun.

Siz hala yemek fotoğrafı mı beğeniyorsunuz ?

Akıllı telefonlarımızda en çok kullandığımız uygulamaların başında instagram geliyor. Çoğunlukla eş dost hesabı takip ederken bunların yanı sıra Dünya’yı gezen dolaşan birilerini takip etmek güzel olacağını düşündüm. Biraz bakınıp şöyle bir liste hazırladım.

Eliniz Değmişken önce beni takip edin(Ürün Yerleştirme)

http://i.instagram.com/gokhansaginci

1-) Serkan Demirci: Türk Fotoğrafçı

http://instagram.com/sserkan34

Untitled-16

2-) Biraz kurumsal:

http://instagram.com/natgeo

natgeo

3-) William Patino

http://instagram.com/william_patino

10560364_579901398785284_1292677393898922192_o

4-) Gezgin Çift

http://instagram.com/gezgincift

Gezgin Çift

5-) Güneş Akdoğan: Yürüyen Gezgin

http://i.instagram.com/drummerlizard

10527612_726690690723412_5457602827934875094_n

6-) Rail Bestami:

http://i.instagram.com/plansizgezgin/

20 03 2013 - 2

7-) Lego Travellers

http://instagram.com/legotravellers

indir

😎 Çekik gözlü ablamız

http://instagram.com/greaseandglamour

indir (1)

9-) The Topless Tour

http://i.instagram.com/the_topless_tour

indir (2)

10-) Selfie’nin ekmeğini yiyenlerden

http://instagram.com/thiagomlcorrea

15295393492_814c50a8d0

Dikkatimi çekenler bunlar sizinde beğendiğiniz hoşunuza giden varsa yoruma ekleyebilirsiniz.

Türk Gibi Sıgara İçmek

Atadan terbiyesiz bir millet olduğunuzun göstergesidir. Bakkallardan İngiliz ve Amerikan Tütünü alsakta, sigaranın ilk hikayesi 1832’ye Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanına dayanır.

Türkler, tütün tarihinin en büyük buluşunu yaparak sigarayı icat ederler; Kızılderililer, Mayalar ve Aztekler tütünü kamışla içer ya da mısır ve palmiye yaprağına sararak kullanırlardı. Sevillalılar ise kullanılmış kâğıtlara sararlardı.

1832’de Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı sırasında Osmanlı orduları İbrahim Paşa komutasında bölgeye gider ve isyancıları kuşatır. Kuşatma altındaki Mısır topçuları ateş güçlerini barutu kâğıda sararak artırırlar ve bu başarıları 1 pound ağırlığında tütün ile ödüllendirilir. Pipoları kırık askerler ödül tütününü barutu sardıkları kâğıda sararak içerler. Bu buluş Türk ve Mısır askerleri arasında hızla yayılır. Dar zamanda ve imkânda kullanılan bu yöntemi Türkler her yere yayarlar. Kamış, palmiye yaprağı, pipo, puro, nargile ile keyif unsuru olarak kullanılan tütün ilk kez bu kadar kolay ve zahmetsiz tüketilir olmuştur. Artık bugün aşina olunan formuyla sigara vardır dünyada.

Görüyor musunuz ecdadımızın terbiyesizliğini ?

Bu gelişmeye Batı da kayıtsız kalmaz. Kırım Savaşı’nda İngilizler, müttefikleri Türklerden bu icadı alırlar.  İzmir doğumlu Philip Morris 1847’de Londra’da dükkan açar ve kendi sigaralarını üretmeye başlar. 1871’de R.A.Patterson Lucky Strike’ı kurar; 1872’de Philip Morris ölür. Fakat mirasçıları işi devam ettirirler. 1875’de ise Morris’in en büyük rakibi R. J. Reynolds kurulur.

* İzmirliler sıgaraya, sıgara derler bunda bir değişiklik yok.

Sıgara konusunda namımız ve terbiyesizliğimiz o kadar ilerlemiştir ki 1913 yılında kurulan Camel marka sıgara markası tanıtımında ağza alınmayacak sözler kullanıp “Türk gibi sıgara için” demiştir. Batılı ailelerin küfür niteliğinde olan bu deyim gün geçtikçe artmış. Insan içinde sıgara içemez hale gelmişizdir.

Bu durum devlet büyüklerini o kadar rahatsız etmiştir ki sıgara üzerine yasaklar 1996’da ilk yasağını yemiştir. Sonra tüm kapalı alanlardan uzaklaştırılmış en sonunda milli bir mesele haline gelip Cumhurbaşkanın bizzat denetleme ekibi dahilinde kafelere baskınlar verilip sıgara içenlere toplum içinde terbiyesiz denilerek rencide edilme hareketi başlamıştır.

Sıgara tiryakilerini zor günlerin beklediği ortadadir. Bundan sonra ecdadımızın açtığı yolda durmadan, baskılara boyun eğmeyerek yürüteceğiz. Daha dikkatli olacağız.  Önce sağa sonra sola bakıp cumhurbaşkanı, Başbakan vb. Devlet büyüklerine yakalanmadan. Ziftleneceğiz.

Unutmayın terbiyesizlik kanser yapan sıgara değil kanser yapan bu sistemdir !

KAYNAK: Sigarayla Savaş Derneği

image

Ayıp Bana: Pamukkale

Başlığın sebebi bunca yıldır yanı başımda diyebileceğim bir güzelliği görmemiş olmamdan kaynaklanıyor. UNESCO’nun Dünya Mirası listesine aldığı Pamukkale travertenleri Denizli’de bulunuyor. Bu bayram tatilini Aydın’da denize gidip kızgın kumsal/serin sular ikilisini yapmayınca, yumuşak yerlerimi kaldırıp Aydın’dan çıktım yola.

Pamukkale’ye ulaşımı kendi araçlarınızla sağlamıyorsanız Denizli merkeze gelmeniz en mantıklısı. Ben de Aydın’dan #pamukrail hesabı yapayım diye sabah ilk trenle yola çıkıyorum. Yaklaşık iki saatlik uykulu bir tren yolculuğundan sonra Denizli Garının karşısındaki otobüs terminalinin alt katından Karahayıt dolmuşu bizi Pamukkale’ye götürecek olan dolmuş.

Bu dolmuş sizi Pamukkale kasabasında indiriyor. Ben kasabada fazla dolanmadan direkt girişe doğru gittim. Kasabada japonca yazıların çokluğu hemen dikkat çekiyor. Pamukkale Japonlar ve Ruslar için güzel bir cazibe merkezi bol bol japon ve Rus göreceksiniz.

Pamukkale’ye giderken efendime söylüyeyim denize, havuza gidermiş gibi gidin kesinlikle. Benim gibi kot pantolonu çıkartacak yer aramayın sonra 🙂 Girişte gişelerden Müzekartınızla geçiş yapabilirsiniz ya da 25 Liraya bilet alabilirsiniz. Ben müze kartımı yenileyip başladım ağır ağır tırmanışa. Travertenlerin başladığı noktada ayakkabınınızı çıkartmak zorundasınız.

image

Beyaz zemin, üstümde güneşli masmavi bir hava ayaklarımda 36 derece vücut ısısında suyla yukarı havuzları geçerek ulaşabiliyorsunuz. Kendi aracınızla Doğu girişinden giriş yaparak aşağıda inebilirsiniz. Oraya toplu ulaşım yok.

image

Sıcak ve üstümdeki kot yukarı ciktiktan sonra çekilmez bir hal aldı hemen gidip yanımda getirdiğim şortu giydim. Zamanlamam erken olduğu için Hierapolisi gezmeye koyuldum. Öncesinde havuzun girişinde bulunan gişeden harita ve açıklayıcı bilgi içeren kitapçığı ücretsiz alabilirsiniz. Kitapçıktaki resimlere pek inanmayın ama gerçeğiyle alakası yok pek 🙂
4

image

Tarihi eserleri,sutunlari size anlaticak halim yok gidin gezin. Hierapolis oldukça geniş bir alana kurulmuş. Içinde servis imkanı bile var ama ben tabanvayla her yeri dinlene dinlene gezdim.

image

image

Iyice yorulduktan sonra köfte-ayran porsiyon usulü 20 lira verip karnımı bir güzel doyurduktan sonra tarihi havuza girmek için 32 liraya fişimi alıp attim kendimi 36 derece özel pamukkale sularına 🙂

Bu havuz tarihi bir havuz. Hierapolis döneminde insanların şifa bulmaya geldikleri bir yer olarak biliniyor. Bol sayıda turist kardeşle, kardeş kardeş yüzdük. Sonra bir de şezlonglarda güneşlenip günümü tamamladım.

image

Kasaba tekrar travertenleri ine ine ulaştım. Sağlık ocağının arkasında ki köy kahvesinde Türk kahvemi yudumlarken Köylü amcaların çıkan bir tarım haberine ateşli ateşli tartışmalarını dinledikten sonra geri dönüş yolum aynı şekilde devam etti.

Muhakkak yapılacaklar:
1-) Şort, havlu ve parmak arasi terliği götürmeyi unutma
2-) Kasabadan Nar suyu içmek
3-) Tarihi havuza girmeden gelme
4-) Antik tiyatroda akustik testi yapmak.
5-) Müzenin 3 numaralı salonundaki Ege efsanelerini okumadan gelme

Bu benim ilk gezi yazım diyebilirim. Eleştirilerinizi bekliyorum 🙂

Beyoğlu’nun En Güzel Abisi

          Kendimle yeni yüzleştiğim bir hoşlantımdan bahsedeceğim. Malum bu ülkede yaşayan bir birey olarak, polisle münasebetim genelde meydanda, mitingde vb. şeylerden öteye gitmiyor. Küçüklükten beri de ısınamamıştım polise ve türevlerine… Fakat son birkaç okuma ve izleme beni, sürükleyicilik açısından; cinayet, polisiye, suçluyu bulma konularında bir hoşlantımın olduğunu fark ettim. Bu Sherlock Holmes dizisiyle tavan yapmıştı.

          Okuduğum kitaplarının sayısı yedi olunca artık iki söz etmenin zamanı geldiğini düşündüm. Burada anlatacağım Beyoğlunun en güzel abisi; Ahmet Ümit’in son kitabı.

          Ayrıca Beyoğlu’nun en güzel abisi bence Ahmet Ümit’dir. Çünkü onun kitaplarını okuduktan sonra Beyoğlu’nda sıradan biri olarak yürümüyorum. Kitaplarda Beyoğlu öyle içten anlatılıyor ve yaşatılıyor ki, geçtiğiniz sokak sizi kitaba tekrar bağlayabiliyor. Beyoğlu’nda gece kulüplerini değil ama Ahmet Ümit Sayesinde sokaklarını öğrenmiş oldum. Şehri yaşatarak yazıyor kitabı.

          Nevzat Komiser iş başında! Yıllar sonra Nevzat Komiser’in yolu tekrar Beyoğlu’na düşüyor. Cinayeti çözmeye çalışırken; Gezi Eylemleri, Kentsel Dönüşüm, azınlıklar meselesi, kültürel yozlaşma, yeraltı dünyası gibi birçok konuya el atan Başkomiser Nevzat bizi birazdan içimizde ki sesten vuruyor.

          Neyse malum polisiye roman çok fazla spoiler vermemek gerek o yüzden okumanızı tavsiye ediyorum.

İstekli Dipnot: Roman genellikle Tarlabaşın’da geçiyor. Malum oraların durumu belli girilmek, en azından telefonla çıkılmak imkansız gibi duruyor. Kitabı okuduktan sonra oraları gezmeyi çok istedim. Belki bir şehir turu düzenleyen olur telefonları emniyetli bir yere koyup gelirim ben de…

image