Samimiyet, Popülerlik ve Filistin

Sadece ülkemizde değil hemen hemen tüm Dünya’da ayrımcılık çeşitli sebep ve sonuçlarla ilerlemekte. Hatta durum o kadar ileri ki faşist, ayrımcı, ötekileştirme vb hastalıklı fikirlerin kültürle uzaktan yakından bir alakası olmadığını, bunun tamamen beşeri bir duygu olduğunu düşünmeye başladım.

Birine düşman olmak için o kadar çok sebebimiz var ki bunları bu yazıda konuşmak tamamen bir kopyala-yapıştır olur. Bu yazımda değinmek istediğim noktalar Israil-Filistin-Yahudi-Müslüman-Tepkiler ve köpek sözcükleri üzerinden evet köpek!

Sosyal medyadan takip edildiği kadariyla Israil; kaçırılıp, öldürülen gençlerin intikamını alırcasına Filistin’e saldırılar düzenlemekte. Filistin, Türkiye’de bir kesimin oldukça yumuşak karnı olduğu gibi hemen hemen herkesin ortak olduğu nokta Filistin’inde kanayan yaranın durması yönünde. Bunu birçok kesim bir çok tepki yöntemleriyle konuya katılım sağlıyor.

En son Yıldız Tilbe twitter hesabından Hitlerli attığı tweetlerini çoğumuz takip ettik. Kişisel fikrim kendini bilmez birinin; soykırımı hayal dahi edemeyecek birinin kurmuş olduğu haddini aşan bir açıklamaydı.

Keza Tayyip Erdoğan Soma Faciasindan sonra ki ziyaretinde tepki gösteren kişiye “Gel lan buraya Yahudi dölü” demesi kadar iğrenç.

Evet Yahudilere karşı toplum olarak bir huzursuzluğun olduğu kesin. Bunun sosyolojik kısmında; Islamın etkileri Yahudilerin zenginliği, Filistin olayı, Dış mihrakları Yahudilere itaf edilmesi vb şeyler sebep olarak gosterilebilir.

Peki Yahudi yurttaşlarımız ?

Tayyip Erdoğan’ın Soma’daki o olay gerçekleştikten sonra mazlumun yanında olmak hissiyle bir Başbakan’dan bu tabirin çıkmasını ben hayal edemezken ülkemizde yaşayan Yahudi kişileri elbette anlamış olacağımı düşünmeyin.

O süreçte birçok Yahudi yurttaşın konuyla ilgili açıklamasını dinledik, yazılarını okuduk. Altına imza atarak destek olduk.

Şimdi ise benim merak ettiğim bu yazıları, açıklamaları arkadaşlar Israil’in Filistine yapmış olduğu saldırıları neden kınamadıkları ? Kınadıysalar bile bunu neden zaman tünelimizde göremediğimiz ? Keza bu soru Soma olayindan sonra Yahudi yurttaşlarımıza destek çıkan arkadaşlar içinde geçerli…

Artık bu konuda da mı köpeğin insanı ısırması haber olmuyor ? Ya da bazılarımız için bu konu çok popüler değil ?

NOT: Eleştiri ve yorumlarınız “Faşist bu ya” diyip kestirip atmayın!

image

Nasıl bir köy enstitüsü etkinliği ?

17 Nisan geride kaldı.  Her sene bu gün yurdun çeşitli yerlerinde sosyal demokrat, Atatürkçü düşünceye sahip insanlarımız, Köy Enstitülerin kuruluş yıldönümünü çeşitli etkinliklerle kutlarlar. Köy Enstitülerinden kısaca bahsedecek olursak; ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasa ile açılmış okullardır. Tamamen Türkiye’ye özgü olan bu eğitim projesini 28 Aralık 1938 tarihinde milli eğitim bakanı olan Hasan Âli Yücel bizzat yönettiği bir eğitim modeli. (Köy entitülerin genel özelliklerinden bahsetmeyeceğim bu yazıda. Daha detaylı bilgi almak isteyenler öncelikle bu linkte birşeyler bulabilirler. http://tr.wikipedia.org/wiki/K%C3%B6y_Enstit%C3%BCleri#cite_note-1 )

Köy Enstitüleri fikri Türkiye’den çıkmış bir eğitim modeli değil. Daha önce İrlanda, Fransa vb. tarım ülkelerinde ihtiyaç duyulduğu için işlemiş bir model. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren kırsal alanda eğitmen ihtiyacının ortaya çıkması sebebiyle özellikle Hasan Ali Yücel bu model üzerine baya yönelmiş Türkiye tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir ışık kırlarda yanmaya başlamıştır.

Köy enstitüsü anmalarını yapan kesim genel itibariyle Türkiye’nin eğitim anlamında ilerleme göstermesinin gereksinimini duyan, bu konu üzerine faaliyet gösteren bileşenlerden oluşmakta. Benimde gönüllüsü olduğum Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi…

Bu etkinliklere katıldığımda edindiğim gözlemlerim; köy enstitüleri bu ülkeye ışık saçtı, sağ iktidar zoruyla kapatıldı, kapatılmasaydı daha farklı bir ülke olabilirdik gibi bildiğimiz ezberlediğimiz cümleler, eleştirilerden oluşturuluyor.

Duruma baktığımız zaman ise ister istemez “Ee şimdi ne olacak ?” sorusunu kendime soruyorum. Köy enstitüleri o dönemin ihtiyacı olarak çıktı, uygulanmak istendi ve toprak ağalarının baskısı sonucu kalktı.

2014 Türkiye’si için ne yapmalı peki?

Türkiye’de aynı eğitim sisteminin mevcut sisteme ya da kültüre tekrar yedirilmesinin imkan olacağını düşünmüyorum. Yeni sorunlarla karşı karşıya olan bir Türkiye’ye uygun bir sistemin konuşulması, tartışılması, hayata geçirilmesi için baskı oluşturulması inanın daha faydalı olacaktır. 1940’larda yoğun kır nüfusa sahip olmanın eğitim açısından açtığı yaralar varken şimdi de büyük şehirlerde oluşan kenar mahallerde eğitim sorunları oluştu ve oluşmakta.

Arkadaşım Sertaç Karabulut’un yönetmenliğini üstlendiği Köy Enstitüleri “Son Işıklar” belgeselini izlerken. Bu yazıyı ele almak istedim. Bu hafta derneğimizin, Çağdaş Gençlik Birimleri etkinlikler, belgesel gösterimleri gerçekleştirecek. Önerimdir; Seneye 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüleri nasıl olabilir. 1940larda yanan Anadolu ışığı tekrar nasıl yanabilir? Nasıl bir sistem olmalı? gibi konuların masaya yatırıldığı bir tartışma, çalıştay vb. etkinlik inanın ki Köy enstitülerin anmak için daha iyi bir fırsat olacaktır. Çünkü köy enstitü ruhunda taşı elin altına koymak vardır.

Eskişehir’de tanıştığım Muharrem Kubat hocamız Köy Enstitülerine vefa borcunu ödemek için 15 yıldır bir kültür merkezini halkın kullanımına açmış bunun yanı sıra enstitünün kantininden bir şeyler çaldılar diye onları cezalandıran değil “Alın kantini siz işletin” diye sorumluluk vermektir/almaktır. Umarım bu ruh yıllar önce Anadolu’da nasıl parladıysa yine parlamalıdır.

 

images (6)

Engelsiz Bir İstanbul Nasıl Mümkün ?

Yerel seçimlere çok az bir zaman kaldı. Siyasi partiler, adaylar şehirle ilgili projelerini açıklamaya başladılar. Adayların hemen hemen her konuda topluma vaat ettikleri projeleri mevcut. Bu projeler sosyal belediyecilik adına üstünde duracağım başlık ise engelliler…

Sosyal belediyecilik, engelli bireylerine sunduğu hizmetlerle doğru orantılıdır. Bunu önergeyi baz alacak olursak belediyecilik anlayışımız hiçte sosyal değil diyebiliriz. Hangi partiden olursa olsun Türk belediyeciliği engelli bireylerine sunduğu hizmetler açısından genel itibariyle sınıfta kaldı. Ama değişen Dünya, globalleşen Dünya gibi afilli kelimeler kullanacak olursak, belediyeler engelli bireyler üzerine çalışmalarını arttırdığı gözden kaçmamalı.

Türkiye’de yaklaşık 8 milyon engelli birey var. Bu demek oluyor ki ailemiz, komşumuz bir yakınınız engelli birey demek. Konu hepimizi ilgilendiriyor yani.

“İstanbul’da yaşayan bir engelli cehennemi hepimizden daha iyi biliyor.” Demişti bir engelli abimiz. Ben engelli bireylere vaat edilen ulaşım hizmetleri üzerinde duracağım yani tam cehennemin merkezini anlatacağım.

Adalet ve Kalkınma Partisi yaptığı afişlerle “Değişim 1994’te başladı.” diyerek aslında İstanbul’daki tüm hizmetlerin sorumlusu bunu başta bir belirlemek lazım. Sonradan engelli lobisi, tekerlekli sandalye lobisi gibi mihrak yaratilmadan…

Istanbul’un göbeği Mecidiyeköy metrobüs durağı engellilere uygun değil. Bir asansör var ama çalıştığını görmedim. Metrobüs sistemini engelliler açısından pekte kullanışlı olduğunu söyleyemem çünkü birçoğunun asansörü yok, araçlar perona sıfır açıyla yaklaşmıyor. Bu sistemi engellilerin kullanmasını beklemeyin. 1.5 yıldır günde en az 2 kere metrobüse binen biri olarak hiç tekerlekli sandalye ile binen görmemek çok acı değil mi? (Abartmıyorum hiç! ) Avcılar durağında annesini sırtında taşıyan genci ulaşım vaatlerinizi merakla bekliyor olduğuna eminim.

IETT otobüslerin kaçı engelli bireylerin kullanıma uygun tam oranı bilmiyorum asıl sormamız gereken şoförlerin tamamı engelli bireylerin toplu ulaşımda ihtiyacı olan bilgiye sahip ? IETT şoförleri bu konuda eğitimli mi ?

Sarıgül’ün projeleri arasında yer alan engelli taksilerini bir geçiş projesi olarak değerlendiriyorum. Istanbul’da 20 yılda gelinen nokta bu iken çok iddialı projeler sunmak akıl karı değil. Bu projenin dezavantajlı noktası engelli bireylerin toplu ulaşımdan uzaklaşması. Bu sebeple mevcut sistem tamamen engellilerin kullanımına uygun olduğu takdirde doğal olarak kendini kaldıran proje olarak görüyorum.

Engelli kullanımına uygun dudaklar “İşte bu” diyeceğimiz bir proje. Istanbul’un ulaşım dinamosu hala otobüsler bu sebeple en kisa sürede mevcut durakları teknoloji ve Argeden yararlanarak akıllı, engelsiz durak haline getirmek oldukça akıllı olunacaktır. Bu konunun ranttan uzak, bir hizmet projesi silsilesi halinde yürütmek İstanbul’u yaşanabilir kent haline getirecektir.

Bundan sonra her ulaşım projesi, inşaat vb projelerin karar aşamasında engelli bireylerin haklarını savunacak bir STK ya da kurum imzası olmasi engellilerin gözardı edilmesini engelleyecektir.  Şöyle ki nasıl bir inşaat için TMMOB’den onay,imza alınıyorsa bu şekilde onay verecek bir sistemi belediye bağımsız bir kuruluştan almalıdır. Iste o zaman şehri ortak yönetmiş oluruz, sosyal belediyecilik ancak bu şekilde hayat bulur istanbul’da…

Aklıma gelen, yazıya dökülen birkaç fikir bunlar. Bu konuda uzman, yetkili kişiler sürece dahil edilmelidir. “Ilim Çin’de olsa gidin” diye bir kültüre sahipsek kasaba belediyeciliğinden  vazgeçip biraz bilimsel çalışmamız gerekiyor. 20 yıl rantta giden paralar artık hizmete gitmeli.

image

Kardeş Payı

                 Türkiye’de dizi sektörü büyümesine hızla devam ederken, farklı yaklaşımlarla ele alınan diziler ortaya çıkmaya başlamıştı uzun bir süredir. Ama özellikle son yillarda Behzat Ç. , Leyla ile Mecnun ve İşler Güçler gibi fenomen olmuş birçok kişinin bağımlılık derecesine sahip olmuş diziler; izleyenleriyle arasinda cidden sıkı bir bağ kurmuştu.

                 Leyla ile Mecnun’un haksiz yere yayindan kaldırılıp,  Startv’de Ben de Özledim hikayesiyle devam edememesi birçok kişi de hayal kırıklığı yaşatsa da varsayımım da haksız olduğumu düşünmüyorum.

  • İşler Güçler ekibi 13 bölümlük anlaşmasını izleyenler tarafindan 34. Bölüme kadar çekebilmişti. Aynı ekip Düğün Dernek sinema filmiyle tabiri yerindeyse gişenin a…* koymuş ve hala koymaya devam etmektedir (*adını).
  • Hemen hemen ayni ekip eski evlerinde yeni bir diziye başladılar bu hafta içersinde; Kardeş Payı. Hikayede 2 tesisatçı gencin (Metin & Ali) başından geçen bir mahalle hikayesi tadında başından geçenleri izleyecegiz.
  • İlk bölümü genel itibariyle güzel buldum sana puanim 8 kanka diyebilirim hatta. Ama malum ki dizilerin kaderini bizim gibi internetten izleyenler değil tv başında çiğdemini çitleyenler belirlediği için hikaye de absürdlüğe aman dikkat diyorum. Selçuk Aydemir bence işler güçler de ki tecrübesi genel izleyici kesitine hitabi öğrendi gibi bu sebeple kankisi Burak Aksak’ın düştüğü duruma düşmeyecek gibi.

Şimdiden bol raytingli bölümler dilerim, kaşelerine bereket.Kardeş Payı

İddalı Sunuşlar

   Kitaplarla çoğunuza göre olmasa da iyidir aram. Ama benim kitaplarla aramın iyi olması çokta eskiye dayanmaz. Ben ancak lise yıllarımda kitaplarla haşır neşir olmaya başladım. Haliyle birçok eseri geriden gelerek okudum.

   Durum böyle olunca seçimimi iyi yapmak zorundaydım. Bu işe de yaradı aslında, hiç boş yere okudum dediğim kitapta olmadı. Bu durumu korumak gerek çünkü kitaplar güleryüzlü basımevlerinden, kapitalin ön ayak olduğu kitap evlerinin eline düştü.  İşte hikayemin çarpıştığı nokta burada yaşanmakta. İstanbul’da şehir içinde yolculuk yaparken; metrolarda, istasyonlarda boy boy billboardlara verilen iddali kitap tanıtımları.

   Hiç o afişlerden etkilenip o kitabı alıp okuyaniniz var mı bilmiyorum? Ama hangi mantik tek cümlelik iddalı bir afişe etkilenip bir emek harcar ki?  Şahsen ben harcamam!

   Newyork bestseller diye birşeyden bilgisi olanlar aslında bu afişleri o kitapların kapaklarına benzediğini de görecektir.

   Neyse dolandırmıyım ne zamandır Taksim istasyonun da gördüğüm bu afiş dolayisiyla yazdım bu yazıyı. Bıktık ABD özentisi reklamlardan daha içten samimi bir ilan güzel olabilir.

image

Onlar da özlemiş midir ?

                illuminati’ye karşı Agarta’yı tutmuş biri olduğum için beni komple teorilerine inanan biri olarak saymayın. Leyla ile Mecnun’la fenomen olmuş, dillere peleseng olmuş mizahıyla gönlümüzde taht kuran dizi her ne sebepleyse de bildiğiniz gibi TRT1’den kaldırılmış, aynı ekip Star TV’de “Ben de Özledim” adında yeni bir diziyle dağılmadan devam etmiş. Biliyorum az birşey haber metni gibi oldu.

               Ve malum yeni dizi de kaldırıldı. Bundan sonra yazdıklarımdan umarım utanırım, yüzüm kızarır resmi makamlarca yapılan açıklamalarla…

“Kininin davacısı bir gençlik istiyoruz”

TRT devlet televizyonu-ydu. Du diyoruz çünkü malum iktidar ekseninde büyüdü de büyüdü. L&M ekibi Gezi olaylarına katılımı dizinin çokça sevilmesine rağmen yayından kaldırılmasına bir an bile düşündüklerini düşünmüyorum. Peki bu L&M Ekibinin yayından kaldırmakla sizce yeter mi bunlara verilecek ceza ?

Evet dediğinizi duyar gibiyim 😛 Kininin davacısı olan insanlar bence L&M ekibini yine rahat bırakmadı…

Bildiğiniz üzere StarTV Ferit Şahenk’in sahip olduğu Doğuş grubuna bağlı bir kanal. (Yandaşşş dediğinizi duyar gibiyim…) Peki yetkili AKP’li abilerden, TRT önde gelenlerinden biri “Kaldırın şunu yaww.” demesi reytingi pekte iyi olmayan bir yeni bir dizi için kaldırmasına güzel bir sebep midir  ? Neden olmasın…

Konu üzerine düşüncem budur TRT kininin takipçisi, davacısı olmuştur. Olmuştur ki bunu da dizi yayından kaldırılır kaldırılmaz resmi twitter hesabından lise dengi kavgalarda kullanılacak bir üslüpla düşüncemi iyice oturtmuştur.

Umarım yetkili abiler açıklama yaparda bende utanır, bozarırım. Ya da belki hiç iplemezler…

fft99_mf2475469

Alkol Yasağı !

Reyhanlı olayını acaba hangi hareket, söz ve davranış rafa kaldırılmasını beklerken bizi şaşırtmayan istikrarlı şekilde örtbas konusunda iyi olan hükümete öncelikle teşekkür ederim. Ne diyeyim artık alıştık bu duruma ama bu sefer konu biraz daha farklı.

Uludere olayını kürtaj yasağının gelerek konunun çokca dağılması belli bir kısım dışında unutulup gitmesinden sonra Reyhanlı olayınında unutulması için güzel bir başlıktı Alkol yasağı. Bu başlık hakkında ülkede hemen hemen herkese söz söyleme hakkı vardı ki öyle de olamaya başladı. Destekleyenler, itiraz edenler kapışık dursun şimdi.

Alkol kişisel bir tercih ve sağlık meseledir. İster içmez yetişkin bir birey bu şekilde davranması gerekir. Gençliğin alkole bulaşmaması için daha akılcı çalışmalar yapılması gerekir. Tarihte birçok yasaklar bu durumu engelleyemezken aynı durumu tekrar yaşatılmak istenmesi iktidar sahiplerinin iyi bir tarih okuyucusu olmadığını da göstermektedir.

Can acıtan nokta ise; Düşünsenize Dünya özgürce yaşamak kadar güzeli var mı ? Canınız gece alkol çekti köşedeki alkol bayisinin size içki satmadığı bir ülkede yaşamak.

Sokayım böyle düzene, sisteme, yasağa !Görsel

Ruhi Mücerret Gibi İnmez Başım

Ruhi Mücerret Gibi İnmez Başım

Görsel

Ruhi Mücerret gibi inmez başım bu adamda tamda anlamını bulmakta. O bir istiklal gazi, yasamış görmüş, geçirmiş ve geçirmekteyse devam etmekte. Kurtuluşu için savaştığı ülkeye 100 yaşında yeni yeni adapte olmaya çalışan bir adam. Dinozor osuruğu kadar bayat hissediyor kendini. Striptiz kulübünde heyecan arayan jinekolog gibi umutsuzdu durumundan.

Ruhi Mücerret; Murat Menteş’in April yayınlarından 2013 Yılında çıkardığı bir romandır. Tarihine bakınca bende kendime çok şaşırdım kitap kültürümde yeni çıkan bir kitabi hemen okumak yoktur. Bir kitap benim için yıllanmış şarap olmalı. Bu kültürümün sebebinde kitap okuma alışkanlığımın ilkokul yıllarından öte lise gibi başlaması sebep neyse konumuz bu değil.

“Dü-ce-ç-b-ak-ta-se-b-o” Dünya cennete çok benziyor, aksi taktirde sen burada olamazdın. Bu sözü söyleten kadar aşkı da barındırıyor kitap.

Kitabi Ankara gezim sırasında edindim dolayısıyla büyük çoğunluğunu yolla okumakla geçti kitabi aslına bakarsanız ben yolda kitaba daha iyi odaklanıyorum. Çünkü bu sırada ilgimi çeken başka bir şey olmuyor.

Ruhi Mücerret benim roman anlayışımı boylu boyuna değiştirdi. Edebiyat insanlığın gözünde ağır bir olgu, bunun içinde LCD televizyonlar, capcanlı markalara yer yoktur ama Murat Menteş bu romanda algıyı yıkmış benim gözümde. Sayısız reklam ve tam yerine oturmuş durumda hikâyeyi desteklemekte.

Tanımadığın birini Facebook’tan aratmaktan tutunda, çocukları Snickers hediye etmeye varan bir reklam portföyü var. Bu konuda da merak ettiğim acaba Murat Menteş bu reklamlarla dolu romanında bu kullandığı markalardan reklam ücreti aldı mı eğer aldıysa bu mal bir harika dostum tadını vermiştir sanırım.

Durumları belirten örneklemeleri beni benden aldı diyebilirim. “Striptiz kulübünde heyecan arayan jinekolog gibi umutsuzum.” diyen birinin romanı sonuçta.

Benim asıl karakterim bu romanda Civan Kazanova. Gerçeğe daha yakın geldi ve nedense kendimi bu karakterle özdeşleştirdim. Bir kitaptan alacak birşeyin yoksa yada kendini bulamıyorsan niye okuyasın ki zaten işte bu sebepten bende Civan Kazanova’yla kendimi özdeşleştirdim.

Duygusallığa kapılıp, insanların “iyi adam” dedikleri şeye dönüşmeyen kendini mahvetmeme dürtüsüyle hikayeye destek veriyor.

“Hayatında başrolde olamıyorsan… ne diyebilirim, figüranlar s.ksin seni.”

TOPTAN MUKAYESE

                     TOPTAN MUKAYESE

as_koy_meydani

                         Tayinim yeni çıkmış. Uzun yıllar büyükşehirden sonra bir Anadolu kasabasında nasıl yaşayacağımızı düşünmeden çoluk çocuk topladık eşyayı, vardık kasabaya. İlk bakışta memurun kıymetli bir yer olduğu izlenimi verdi bize muhtar ve imamın bizi karşılaması. Kısa sürede konu komşunun yardımıyla eşyaları yerleştirme işlemlerini tamamladıktan sonra sıra geldi kasabayı tanımaya. Bunun en uygun yeri de kasaba meydanındaki kahveymiş. Muhtar öyle dediyse de imam pek ses etmedi. Anladım ki kasabanın muzip işleri meydandaki kahvede dönmekteydi, zaten muziplikleri camide beklememek lazımdı ya.

İznimin bitmesine daha iki gün vardı. Sabah uyanıp güzel bir kahvaltı yaptık ailecek. Çocukları tembihleyip, hanıma bir ihtiyacı olup olmadığını sorup çıktım evden. En güzel takımımı giydim o gün. Böyle köylük yerlerde, memur kısmının elde tutulması için memur adamın saygın durması gerekirdi. Bizim halkımız da kılık kıyafetle yargılama yapmayı sevdiği için kıyafetim iyi seçimdi.

Eşrafın selamını ala vere geçtim kahvenin bahçesinde bir masaya. Kahveci hemen gelip buyur etti. Hal hatır sorduktan, hayırlar dilendikten sonra acı bir kahve söyledim. Kahvenin gelmesini beklerken ortalığı süzmeye başladım. Süzerken de dikkatimi pek de bir şey çekmedi aslında, “Bildiğin Anadolu kasabası.” dedim içimden, ama ne kadar biliyordum Anadolu kasabasını o da ayrı bir meseleydi. İlk defa büyükşehirden ayrı bir yerde yaşayacaktım. Çok düşünmeye kalmadan muhtar damladı hemen. Destur isteyip oturdu yanıma, kendine de bir kahve bağırıp başladı anlatmaya; “Kasabamız böyle güzeldir, şöyle güzeldir.” diye, o an anladım ki bu muhtardan pek adam olmaz.

Meydan canlanmaya başlamıştı. O kadar insan içinden bir genç delikanlı dikkatimi çekti. Şöyle çelimsiz bir şeydi. Muhtar da ona baktığımı görünce, “Lenn aşırı uslu duruyon mu lenn?” dedi. Çocuk bozulup çekti gitti. Muhtar da pis pis bastı kahkahayı. Sordum muhtara, “Kimdir?” dedim, “Bu delikanlı…” der demez, “Ne delikanlısı? Delidir bu delidir.” dedi. Köyün delisini olduğunu düşünüp umursamadan etrafa bakacakken, “Bunun yüzünden az kalsın anamız ağlayacaktı. Bu deyyus böyle, çelimsiz olduğuna bakma, az delidir bu az.” deyip bir güze küfretti.

Muhtar böyle deyince çocuk sevmek geldi içimden, muhtara pek kanım ısınmamıştı. “Hayırdır, muhtar ne yaptı da böyle küfür ediyon?” dedim. Muhtar da kırk yıldır biri sorsa da anlatsam havasıyla başladı heyecanlı heyecanlı anlatmaya, “Bak Müdür Bey!” dedi, “Burası Aşağıyazı kasabası, bizim soyumuz yörüktü. Biz vatanına milletine sahip çıkan vatansever milliyetçiyiz. Dinimiz birdir, ona da bağlıyız…” derken, “Eee muhtar çocuğu anlat hele!” diye kestim lafını. “Anlatıyorum işte Müdür Bey, bizim aramızda hiç aşırı yoktur bunun dışında.”, “Aşırı derken?”, “Aşırı işte ya aşırı, Moskof kafa, gerçi Moskof kalmadı ya onlardan, ama bu deli hâlâ Moskofçudur. Komünist işte ya!”, “Eee…” dedim, “Böyle köylük yerde nerden bilsin komünistliği.” dedim. “Bu askere gitmeden evvel şehre çalışmaya gidiyor inşaat ameleliğine de orada sendikaya bulaştırmışlar bunu. Patron da bunları önce bir güzel dövdürüp sonra attırmış işten. Bu da geldi iki büklüm ama bırakmadı bu huyunu, kim gelse başa ona karşı bu. Sağ gelir karşı, sol gelir karşı. Neyse bu hep karşıtlık ya da aşırılık yapar dururdu, ona laf eder buna laf eder dururdu. Kasabamızın çocuğu olduğundan ses etmezdik, sonuçta bizim çocuğumuzdu. Gazete okurken dellenir, siyasi sohbet ederken dellenir dururdu. “Ah…” derdi, “O başbakan bir çıksa karşıma, ona bir soru soracağım, mor edecem onu!” derdi. Her gün “Yok bunu soracam, yok bunu dicem.” der, biz de gündemi ondan takip eder olduk. Neyse aşırı işte, kendi içimizde bize zararı olmadan konuşur dururdu. Neyse seçim zamanı çattı geldi, biz bunu uzak bir köye göndermek istedik, kabul etmedi, yalvardık gitmedi, “İyi kal da gör ebeni!” dedik. Önceleri üç beş tane muhalefetten birileri geldiyse de onlara ses etmedi. Dinledi dinledi, kızıp gitti. Derken, kaymakam haber saldı. Başbakan gelecekti, “Açılış yapacak.” dedi. İki yıl önce bir yol yapmıştı, yolun bazı yerleri çökmüştü, onları yaptırıp açılış yapacak sandık, ama öyle değilmiş, bildiğin açılış yapacakmış, çökmüş yola. Neyse bu aşırı sevindi geleceğine. Bizde korktuk bundan. Başbakan çıktı geldi, kasabanın şenlik yeri, her yerde pankartlar, yüzlerce insanlar, bir sürü otomobiller falan. Biraz gezdi, esnafla selamlaşıp hal hatır sordu, sonra geldi oturdu bu kahveye, ahan da şuraya, başında da yüzlerce insan var. Kendine bir kahve söyledi, ayaktakilere de bir bardak su ikram ettirdi soğuk. Bu aşırı iti de götüm götüm yardı kalabalığı, geldi durdu en ön sırada bekledi bekledi. Bizim gözümüz ondan tabii. “Sayın Başbakanım size bir soru soracağım.” Başbakan da gülümseyip bu çelimsiz çocuğa “Buyur!” dedi. Bu aşırı durdu durdu, sonra ne yapsa beğenirsin? “Allah belanızı versin, ülkenin anasını siktiniz!” der demez korumalar yapıştı buna hemen, apar topar götürdüler. Bir yıl içeride kaldı devlet büyüğüne hakaret etmekten.”.

Niye öyle yaptı ki? Hani bir soru soracaktı. Muhtar gülerek, “Çıkınca biz de sorduk, hani soru soracaktın len kızdık.” O da, “Baktım, karşında hangi soruyu soracağımı şaşırdım. Yoksulluk, işsizlik, dış politikalar, terör, insan hakları derken hangisini soracağımı bilemeyip konuyu toptan ele aldım. Ama demedim mi ben size suratı mosmor olacak diye?”

İşte bu delinin hikâyesi budur. İçeride azıcık eziyet etmişler, çıkınca akıllandı. Gazete okumaz, haber izlemez oldu. Biri gelse kaçıp gider oldu.

“Anladım muhtar.” dedim. “Ben de çocuğu sevsem mi sövsem mi bilemedim. Asıl bilemediğim ise ülkenin sorunlarının tek sorudan fazla olduğuna üzülsem mi yoksa adamın suratının morluğuna mı sevinsem bilemedim.

Yazmak

Yazmak

yazmak

 

                   Hadi bir şeyler yazalım diye masanın başına oturulmaz! Bu yazma işi ne kadar efsunlu bir olaydır ki,  aklında milyonlarca kelime varken (Tamam hadi binlerce olsun) bunlardan üçüzünü bir araya getirip bir anlam haline getiremez ki insan? Durum böyle olancada küçük bir çocuğun ilk kelime dağarcığına sahip olmak ister insan “anne” yazacak kadar yazmak ister bazen insan. Peki, nedir bu insanın yazma isteği?

                   Yazmak insan için bir haykırıştır. Şiir kitabındaki aşk sözcüğü de, bakkal duvarındaki domates yazısı da. Yazmak ben buradayım demektir adeta. Domatesin fiyatını yazarken de, aşkın tarifini yaparken de. Domatesinde, aşkında anlamı yazan için pek farkı yoktur aslında, burada bu vardır demektir adeta. Peki, nedir insanın bu yazma yeteneği?

                   İnsanlar ilk kelimelerini çiviyle tasa dökerken ne hissettikleri umurumda değil. İnsanlar günümüzde, cağın değişimindeki farklılıkları atmak adına yazıyor. Sanayi devrimi, bireyleri topluluk yaparken, bilgi devrim toplulukları birey yapma çabasında. İnsanlar bu geçişimi yaşarken kendi hissettikleri yalnızlıkları, Yazıya dökmekle eski toplumsal kültürünü yaşatmanın da çabası içerisine giriyor. Bunun, en büyük örneği de şuan okumuş olduğunuz bu ve benzeri blog sayfalarıdır. Ülkemizde çok yaygın olmasa da inanın birçok insanın pek kullanmadığı bloğu mevcut ki; açma fikrinde olanları saymıyorum. İşte konumuzda bu bence insan neden binlerce kelimeyle dolu iken, eğitim hayati boyunca öğretilen dil bilgileriyle hayatlarını çizerken neden kelimeleri yan yana getirip bir tema oluşturamaz ki?

                   Her kelimenin kendine ait mistik bir yani vardır. Bazı yaşanmışlıklar tek kelimeyle nasıl açıklanır ise “Bitti” gibi bazı olayları açıklamaya gördüğünüz gibi paragraflar yetmemekte. Size bunu açıklarken, bildiğiniz kilise laflardan pek bahsetmeyeceğim(Kitap okuma oranı vs.). İnsanların asil yazamama yetenekleri, kendilerini yazdıkları kelimelere yönelik soyutlayamamalarıdır bence. Bir sair düşünün, yazdığı en güzel ask şiirinin bir dizesini ele alalım;

Bir sevgiyi anlamak
Bir yaşamı harcamaktır
Harcayacaksın

Özdemir Asaf

                   Hangi yaşanmayan bir his, duygu yada olay Asaf’a harcayacaksın kelimesini kullandırabilirdi ki? İşte yazmak yaşamaktır. Hangi yaşanmamışlıklar bize anlamlı bir metin verebilir ki bize? Dersler, projeler, isler vs. Ne kadar beğenmesekte arabesk rap denilen gerçekte bile acı fışkıran kelimeler yok değil. Ben insanoğlunun bir ferdi olarak bunu ilk blog denemelerimde yazdım yani yaşadım. Size de iyi yazmalar=yaşamalar.