Bu dokunacağım konu, çok zor bir konudur, zor olmasının da sebepleri var, çünkü bilmediğimiz bir konudur, bilmediğimiz şeyler bize zor gelir.Eczacılıkta okul arkadaşlarım beni pek sevmezlerdi, beni başarısız bulurlardı, onlar için sadece ilginç biriydim, onları suçlamıyorum, çünkü hepsi liseden çıkıp üniversiteye gelen ergenlerdi, onların da dünyadan haberleri yoktu. O zaman sürü halinde mümkün oldukça hocaların gözüne batmadan dersleri verip diplomayı alıp “naş naş” deme derdin delerdiler. Ben “saf ve zavallı” yok farmakoloji sözlüğü yazacağım, yok ilaç hatırlatma cihazı icat edeceğim yok EPSA da gidip temsilcilik yapacağım gibi “lüzumsuz” şeylerle uğraşıyordum. Hiç unutmam ve unutmayacağım, bir gün koridorda profesör bir hocamla karşılaşırken selam verdim ve “hocam New Yorkta yazdığım sözlük basıldı” dedim, hoca tebrik etmedi ama şunu dedi “ önce okulunu bitir”, çünkü ben okulu uzattıkça uzatan biriydim. Herkes 4 senede bitirdiği okulu ben 10 senede bitirdim, sadece 1 ders için 2 sene bekledim. Niye? Çünkü okul eleştiriye açık değildi, onlara göre mevcut durum sorunsuz çalışıyordu “veren memnun, alan memnun”, hatta bir keresinde bir profesör, Yabancı Uyruklu Öğrenci Sınavı (YÖS) gelenlerin zayıf olduğunu o yüzden benim geride kaldığımı savunmuştu. Ben hiç kin beslemedim, kızdım, üzüldüm ama kin beslemedim, ama yıllar geçince o kızma yerini acımaya bıraktı, acıdım. Bir şeyi bilmeyebilirsiniz, ama eğer bilmediğinizi de bilmiyorsanız artık bu gerçekten çok ciddi bir sorun. O sınıf arkadaşlarım büyüdüler, aileler kurdular eczanelerin açtılar, dünya küçük sosyal medya diye bir şey icat etti Amerikalı dostlar, dünyadaki herkesi her tarafından birbirine bağladı, oturma organını düşünme organına, düşünme organını oturma organına, oturma organını oturma organına, neyi nerede bulduysa onu ötekine bağladı, yakışır-yakışmaz, yeter ki bağlayalım!
Birkaç kere meslekdeki durumu ve sorunları eleştirmeye kalkıştım, “etik” sınırları hatırlatınca ne oldu biliyor musunuz? Bazı sınıf arkadaşlarım, partizan misali, göğüsünü gere gere beni bir çırpıntıda satıp, beni tanımayanlara açıklama yapma vazifesine soyundu “ …arkadaşlar…ben şirvanı okuldan tanırım…boş birdir…okulu bile zor bitirdi ( yada bitiremedi)…”,
bu arkadaşları şöyle mi tanımlasak “sürü psikolojisi ve ona katılma aşkı”, “sürü de kal ve tadını çıkar.”
Niye? Çünkü bu arkadaşlara hep ne düşüneceklerini söylemişler, ama hiçbir zaman nasıl düşüneceklerini söylememişler. O da bilmiyor, hocası da, ailesi de, nereden bilecek… “nasıl düşüneceği” bakkalda satılacak bir şey değil ki.
Geçenlerde, değerli dostum Ismet Kebapçı ( soyadına bakıp aldanmayın, esaslı bir münevverdir.),” hocam gençlere onca şey anlattık senelerce, hala eften püften şeylerle uğraşıyorlar, hayal kırıklığımı anlatamıyorum” dedi, bende bunun adı var dedim “abidikgubidism”.
Sevgili okuyucu, ben o okulu uzattığımda Bilkent Üniversitesinde öğretim görevlisi olmuştum bile, o kıskançlıktan veya ön-yargılardan kör olmuş göz nasıl görsün? Ben o kitapları sınıf arkadaşlarım beni sevsin diye yazmadım ki; onlar, ben kendimi onlara kanıtlamak için bunları yaptığımı sanıyordu, sanları yanılmıştı. Çoğu lisansa doymuşken, ben farmasötik kimyada 95.5 ortalama ile uzmanlık derecesi aldım, sonra gittim felsefe bölümünde bilim tarihinde doktora yaptım, orada da, şükür, 97.5 ortalama yaptım, o arkadaşları da hiç hatırlamadım, niye? bir özellikleri yoktu da ondan.
Bunca masrafla yetiştirdiğimiz gençlere ne düşünecekleri öğretmek sadece onların kafasına beton dökmektir. Ben nasıl düşüneceğimi sorguladığım için o beton mikserine direndim, bedel ödedim mi, ödedim, o bedeli ödemeseydim, bugün bu yazıyı yazan ben olmazdım. Bu yazıyı kaç kişi okur, nasıl okur ve içinden ne çıkarır onu ben bilemem, ama bildiğim bir şey var, “insan bilmediği bir şeyi öğretemez”, bu o hocalara benim verdiğim en büyük mesajdı, bazılar anladı, çoğu da anlamadı, onların yetiştirdiği ( daha doğrusu yetiştiremediği) gençlerde, hayat boyunca sıkışıp kaldı, o hocaların çoğu da kendi alanında 1 kitap bile yazmadan emekli olup gitti, çünkü söyleyecek sözü yoktu, ne kadar acıklı, bir alanda profesör oluyorsun ama söyleyecek sözün yok.
Ben başarılı biri olmayabilirim, ama cahil olduğumu keşfetmiş, bunu atomize etmiş ve düşüncelerime cerrahi yapmış biriyim, kimse okumasa bile, kimse anlamasa bile ben kendim okurum, çünkü ben bunları düşünürken çok şey öğrendim.
sağ olun, var olun.
anooshirvan miandji.
Kaynakhttps://www.facebook.com/anooshirvan.miandji/posts/10154986005465956
Category: Yazılanlar & Çizilenler
Bizim tarihimizde ‘başkanlık’ var mı? İlber Ortaylı
Şu anda başkanlık sistemi fiilen var. Bunun kanunlaşmasının çekişmesi yapılıyor. Böyle bir değişimin pek hadisesiz geçeceğini beklemiyoruz ama iktidar partisi milletvekillerine itidal ve daha tutarlı bir savunma, muhalefete de anayasal sistem üzerindeki tekliflerini öneren bir raporu basıp dağıtması önerilir. Çünkü halk, bu tartışmanın ne üzerinde döndüğünden habersiz.
TÜRKİYE yeni bir devlet yapılanmasına giriyor. Kanun teklifi üzerinde tartışmalar var. Biz anayasasını çok değiştiren bir milletiz. 140 yılın içindeki değişiklikleri bir gözden geçirin; Türkiye istikbalde de daha çok anayasalar değiştirebilir. Sorun o değil; yaşadığı sistemle ilgisiz bir kitle, ya ciddi bir ilgi göstermiyor veya sadece kahvede vakit geçirmek için sohbet konusu olarak bakıyor. Yeni yapılanma Türkiye’de neleri değiştirir veya nasıl sorunlar yaratır; bunlar düşünce ve tartışma masasına pek yatırılmıyor.
Getirilmek istenen yeni sistem Cumhurbaşkanı’na dayanıyor, başbakan yok. ABD’deki gibi başkanla birlikte seçilen tek başkan yardımcısı da yok. Yerini uygun görülen sayıda başkan yardımcısı alıyor. Bakanlar tayin ediliyor…
Osmanlı devrine göz atarsak…
Geçmişte nasıldı peki? Uygulamalara göz atalım. II. Abdülhamid devrinde, seçilen nazırlar, padişahın tasdikine sunulurdu. 1920 Meclisi’nde ise tek tek Meclis tarafından seçilirlerdi. Sorumlu oldukları makam Meclis’ti. 1924’ten itibarense başbakan hükümeti kuruyor, cumhurbaşkanı da bu hükümeti tasdik ediyordu ve son karar da Meclis’indi. Şimdi bakanlar sadece başkan tarafından tayin edilecek ve ona hesap verecekler.
Yine Osmanlı devrine göz atarsak, sadrazam eskiden beri, padişahın yetkilerini taşıyan ‘vekil-i mutlak’tı. Tanzimat’tan sonra da bu sistem devam etti. Öyle ki, II. Abdülhamid Han, sadrazamın ve Babıâli’nin yetkilerini kısıtlayıp işlemlere Yıldız Sarayı’ndan müdahale ettiği için Tunuslu Hayreddin Paşa sadaretten istifa etmişti. Sonraki sadrazamlar da bu konuda padişahla hep ihtilafa düşerdi.
II. Meşrutiyet döneminin padişahları, yeni anayasa taslağını bir yana bırakalım, halihazırdaki konuma göre de cumhurbaşkanından çok daha güçsüzdüler.
Bu tartışmalar sırasında zaman zaman cumhuriyetimizin kurucusuna atıfta bulunuluyor. Gazi Mustafa Kemal Paşa, Atatürk soyadını aldıktan sonra da partinin lideriydi. Her zaman değil ama bazı durumlarda bakanlar kuruluna başkanlık etmiştir. Çıkardığı kanun kuvvetinde kararnamelerin halen yürürlükte olanları var. Ama Atatürk, sanıldığının aksine, başbakanlarını oldukça serbest bırakırdı. Bununla birlikte başvekille sık sık tartıştığı da bilinir. Bilhassa İsmet Paşa’yla önemli anlaşmazlık dönemleri oldu.
BAŞKANLIĞIN GERÇEK MODELİ İNÖNÜ’DÜR
Başkanlığın gerçek modeli İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığıdır. Her tayinde ona fikri sorulurdu. Bu dönemin başvekilleri itaatkârdı. Ara sıra tek itiraz, gerçekte kendisine çok bağlı olan Refik Saydam’dan gelmiştir.
1950’den sonra Türkiye başvekilin hâkimiyetinde bir memleket oldu. Daha doğrusu görünüş oydu. Hassas konularda Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes’e hâkim olmuştur. 1961’den sonraysa, eskinin tek adamı İsmet İnönü, demokrasinin gereklerine uyan bir başbakanlık yürütmüştür. Bilhassa 1964’ten itibaren, önce ana muhalefet lideri sonra başbakan olan Demirel’le İnönü’nün anlayışlı diyaloğu eski dönemin diriltilmesini, intikamcı rüzgârların şiddetlenmesini önledi.
Şu anda başkanlık sistemi fiilen var. Bunun kanunlaşmasının çekişmesi yapılıyor. Böyle bir değişimin pek hadisesiz geçeceğini beklemiyoruz ama iktidar partisi milletvekillerine itidal ve daha tutarlı bir savunma, muhalefete de hiç değilse anayasal sistem üzerindeki tenkit ve tekliflerini öneren kısa ama sorunları etraflıca ele alan bir raporu basıp dağıtması önerilir. Çünkü sokaktaki milyonlarca yurttaşın bu kavganın niye geçtiğini, ne etrafında döndüğünü anlamadığı, bilmediği ve ilgilenmediği açık.
‘HÜKÜMDAR BURAYA GELMESİN’ DİYEN PARLAMENTERLER
ANAYASA, devleti yapılandıran kanundur. Böyle bir metni olmayan memleket var malum; Britanya Monarşisi… Britanya, kanunlar, uygulamalar, fermanlar, hatta sadece örf-i âdet ile yürür. Britanya hükümdarları, Avam Kamarası’na adım atmaz. Sebebi Avam Kamarası’nın böyle bir kanun yapmış olması değildir. Bir tarihte parlamenterler, “Hükümdar buraya gelmesin” diye bağırmıştır.
![]()
SUSTUKLARIM
Kökü ateşle beslenen şarkılar beğen
Islıksız çıkılan yolculuklar tekin değildir
İhanetlere yakışan akrepler bul kendine
İşte böyle çocuk, acıyı aşktan muaf tutamazsın
Bir keklik sesini gösterir ya bize
Bir tavşan beyazlığını
Rüzgar ipekten mendiliyle siler ya alnımızı
İşte çözüver anıların ipini, sayrılı bir hüzün olur
Hohla bir camı, dünya salgın gibi durur
Bir efkar gelir kadehlerimizi doldurur
Yüreğimi yaslayıp bir gurbet türküsüne susuyorum işte
Her kederin bin ağu kustuğu
Martıların uzak limanlara sustuğu
Kendi tarihini yazacak kadar
Zimmetine geçirip birkaç imgeyi ve ütopyayı
Bir baş dönmesiydi diyeceğiz aşk ve geçti işte
Dilimizde dağladığımız söz, yüzümüzdeki yorgun hüzün
Ve çiğ ışıklara büyüyen gözlerimiz
Kendi ninnisini avutmak için
Her ömür ithafını yazmalıdır gecenin levhasına
İşte aklımı banıp bu sorulara susuyorum bunları da
Bana ölümden söz etme çocuk, aşktan söz etme
Bu çağın düşükleriyiz hepimiz
Yalnızlığa büyüyen sözler yazdık sulara
Bak bütün ütopyalarımız elimizde kaldı
Git git bitmiyor geceler karası
Ne kadar örtünsek de o kadar çıplağız işte
Bir ergenlik kaç kabahat sürer
Neden erişilmezdir kadınların mor sinesi
Neden hep aynı boyda kaldık dağlarla
Muhsin amcaya sorarsan tanrının marifeti
Ama neden hep nemlidir şairlerin gözleri terlemiş kadehler gibi
Alnımı yaslayıp bu sorulara susuyorum bunları da
Bütün uykularımı bıçaklıyorum işte
Velveleye veriyorum bu şehri
Lanet bir nasır gibi kalacağım aklınızda
Ama kendine bir masal beğen çocuk
Kökü ateşle beslenen şarkılar beğen
Islıksız çıkılan yolculuklar tekin değildir
İşte böyle çocuk, hayatı kavgadan muaf tutamazsın… MUZAFFER SARIGÜL
İŞTE
Olgunlaşmak
“Artık eskisi gibi her hafta sonu birileri ile dışarı çıkmak istemiyorum. Beni yoran ilişkiler, yeni tanışmalar, yeni yüzler aramıyorum. Eski dostlukların da özetini çıkarmaya başladım.
İlişkilerde tasarrufa gidiyorsun her şeyde olduğu gibi ve gereksiz insanları hayatından atmak istiyorsun.
Yapmacık, inanmadan konuşmak istemiyorum artık.
Beni anlamayanlarla konuşmak cümle kirliliği yaratıyor ve hak edenlere saklıyorum enerjimi.
İstediğime istediğimi deme özgürlüğüne sahibim, eleştirme hakkını oluşturan yaşamışlık ve yeterli yaş faktörü artık bende de var.
‘Ben demiştim’, ‘ben bilirim’, ‘ben zaten anlamıştım’ sendromunda olanlarla arkadaşlıkları bir kez daha sorguluyorsun.
İlişkilerini sadeleştirmeye başlayınca sıra iyi ve kötü gün dostlarını ayıklamaya geliyor. Kötü gün dostlarını belirliyor ve onlara daha çok önem veriyorsun.
İyi gün dostu bulmak ne kadar kolaysa kötü gün dostu bulmak bir o kadar zor, biliyorum.
Dostlar ihtiyaç olduğunda göçmen kuşlar gibi sıcağa uçuyor ve sadece seninle birlikte sürüden ayrı düşenler kalıyor.
Zamanın ne kadar kıymetli olduğunu öğreniyorsun buralara kadar gelirken.
Uzun düz otobanlardan olduğu gibi, kestirme bozuk yollardan da ulaşabilirsin hedeflerine.
Kestirmeleri de öğrendim gide gele.
Boş geçen her saniye değerli artık.
Daha yapılacak çok şey var ama, kendimi çok yormaktan çok hırpalamaktan yana değilim.
Gerektiğinde ‘HAYIR’ demeyi öğrendim ve bu kelime başta karşındakine kırıcı gelse de senin için hayat kurtarıcı olabiliyor.
Sevgiye önem vermek gerektiğini, zamanı geldiğinde elinde sadece sevginin kalacağını biliyorum.
Sevgi paylaşıldıkça oluşuyor, olgunlaşıyor.
Aileme ve seçtiğim tüm dostlarıma daha önce göstermediğim sevgi, anlayış ve ilgiyi gösteriyorum. Biliyorsun ki gidenlerin ardında sadece iyilikler kalıyor, ne kadar sevgi dolu olduğu hatırlanıp anılıyor.
Bana çok genç olduklarını hatırlatırcasına nedense tecrübelerimi, fikirlerimi sormaya başladılar.
Vereceğim cevaplar belki çok anlamsız geliyor ama yine de dinliyorlar ama ben biliyorum ki yasamadan hiçbir şey öğrenilmiyor.
Yasamışlığın oluşturduğu bir alçak gönüllülükle gülüyorum içimden sadece.
Artık daha şık giyiniyorum, senelerle birikmiş dolaplar dolusu kıyafet var ve bunları kendimle paylaşmalıyım.
Önce kendine güzel görünmelisin, kendi zevkime göre giyinmek istiyorum, böyle hissediyorum.
Modaya uymak adına popumun sığmadığı düşük bel pantolonlara sığmıyorum diye kendimi üzme tercihini de kullanabilirim .
Ayıp, günah yada ne derler korkuları çoktan geride kaldı.
Dostlarıma, kendimize yemek yapmak hoşuma gidiyor. Mutfak eskiden bir zulüm iken şimdi zevk aldığım mekanlar arasına giriyor.
Farklı lezzetler denemek güzel ve kendi lezzetimi kendimde yaratabileceğim belli bir damak zevkim ve mutfak kültürüm oluştu.
Sonra Sezen’in şarkısındaki gibi anneni daha sık düşünüyorsun ve hatta anlıyorsun.
İşte bu yeni alışmaya başlanan ve giderek hoşa giden yeni duruma olgunluk deniyor.
Yasamışlığın, görmüşlüğün, geride kalmış üflenmiş doğum günü mumlarının bir sonucu kendiliğinden ortaya çıkıyor hayatın bir dönemecinde bu olgunluk.
Ne zaman dersen herkese göre, ne kadar dolu yasadığına göre değişiyor bu olgunluk çağına ermek.
İnanın bana hayattaki düşüşler, zor alınan virajlar bu zamanı hızlandırıyor.
Kendi dünyanın küçüklüğünü keşfetmek ve buna rağmen kendinin kıymetini bilmek çok ise yarıyor.
Bir gün hepimizin bu huzurlu olgunluğu bulmasını diliyorum. ”
Can Dündar
Sen Beni Öpersen Belki Fransız Olurum
sen beni öpersen belki de ben fransız olurum
şehre inerim bir sinema yağmura çalar
otomobil icad olunur, zarifoğlu ölür
dünyadaki tüm zenciler kırk yaşından büyüktür.
-senegalliler dahil değil
sen beni öpersen belki de bulvarlar iltihablanır
çağdaş coğrafyalarda üretir cesetlerini siyaset bilimi
o vakit bir sufiyi darplarla gebertebilirsin
hayat bir yanıyla güzeldir canım, sen de güzelsin
-yoksa seni rahatsız mı ettim?
sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur
ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmek
elbette ata binmek gibidir seni sevmek sevgilim
elbette gayet rasyoneldir attan atlamak
-freud diye bir şey yoktur.
sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim
belki de şair olurum seni de aldırırım yanıma
bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsün
yani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün.
-haydi iç de çay koyayım.
ah muhsin ünlü
Doğan Gün
Doğan Gün
Kırgın umutta
Keder tortusunda
Acıda, zehirde, pusuda
Yılma
Doğan günü bekle
Çünkü tutar bir erik ağacı sunar sana
Doğan gün
Van gölünden bir sabah
Bir kıvılcım, bir titreşim
Bir tutam akdeniz
Süphancı bir serinlik
Ve genç bir gerinme
Usulcacık saç hışırtıları
Bir dudaktan buğulanan sıcaklık
Tutar getirir
Doğan gün
Öpücük gibi konar gözlerinde bir melodi
Sevgilin gibi dokunur parmaklarına bir kedi
Ve kavga ve zulüm ve ateş
Hep birlikte örülen bir türkü
Güzel yapmak için, güzel olmak için
Çünkü hayat dönen, kıvrılan
Yanan bir ibrişimdir
Tutar getirir
Doğan gün
Doğan gün
Van gölünden bir sabah
Bir kıvılcım, bir titreşim
Bir tutam akdeniz
Süphancı bir serinlik
Ve genç bir gerinme
Usulcacık saç hışırtıları
Bir dudaktan buğulanan sıcaklık
Tutar getirir
Doğan gün
Öpücük gibi konar gözlerinde bir melodi
Sevgilin gibi dokunur parmaklarına bir kedi
Ve kavga ve zulüm ve ateş
Hep birlikte örülen bir türkü
Güzel yapmak için, güzel olmak için
Çünkü hayat dönen, kıvrılan
Yanan bir ibrişimdir
Tutar getirir
Doğan gün
Kemal Burkay
KAN KALESİ
KAN KALESİ
Elbet bir hinlik vardır seni sevişimdeey kanıma çakıllar karıştıran isyan
saçlarıma bin küsür yalnızlığı takıp girdiğim şehre
insan varlığımızdan tuhaf tohumlar bıraksam
günü geçmiş bir gazete, toprak bir çanak
bir daha gelmem belki diye bir not bakır maşrapanın yanında
şeytanlar da yürür benimle herhal ıslık çaldığım için
bir şahan tüylerini döker ardımsıra
artık bırakılmaktan yapılma bir adam sayılırım
böğrümde kambur çocuklardan bir payanda.
Gizemli bir dehliz gibi şehri dolaşıyorum
sıkıca tutuyorum kendimi şehre karışmaktan alıkoymaya
her yerimde urlar çıkıyor, biraz kürt, biraz köylü, biraz makina
kangren oluyorum bahar geldiği için
urlarımı kesiyorum kör bir usturayla
ama kopmuyor onlar ve bana şehri dolaştırıyor
bırakabileceğim her şeyi bıraktırıyor bana
kızlardan geçilmiyor köprüler, ayak bileklerime dek
yükseliyor kız tortuları
tülbentlerden kanı süzülürken körpe yavruların
bir bazı şeyler bulmalı yüzümüze tebelleş olan bu korkuya
-Avluya çık
-Avluya kara bir şey bırakılmış
(bir bomba)
Kulaklarımız alışmıştı tıpırtısına yağmurun
şehre sıkıntının rahatlığı basmadan giriyorduk
filimler üç günde bir değişiyordu
bense ikircikliydim ama korkmuyordum
polis olan babamla tatil arasında uçuşup duruyordum durmadan
urlarım yoktu, suçum yoktu,
ve beyaz kuşlar kalkardı anamın hırkasından
şehre karışmayan bir dehliz değildim
sevinçle kovalıyordum kendimi
bunları ansımak başımı döndürüyor bazan
elbet bir hinlik vardır seni sevişimde
ey kanıma çakıllar karıştıran isyan.
Azan bir hevestir artık tanyeri
söküp gövdesinde bir cehennem parçalamak ister insan
şehrin defterini dürüp uzanmak ister yanına
üstümüzü kuş sesinden bir lekeyle örtmeli
umudumuzu kapmaya gelen makinaları
bütün çirkefini şehrin çarpıtıp aşkımıza
solumak gece
terlemek gece
gece çarşaflara…
Açıklanacak, belletilecek olan belki
milât öncesi ve sonrası lâkırdıları
karışık banka hesapları, navlun
yani öylesine açık değil pek
hatta
-şehir mi, değil mi burası-
kötürüm bir kurt çantamı karıştırıyor
neden karıştırıyor, ne hakla
direnmeler, erzurumlar, kalfalar
gecenin ipini koparan gece safaları
-Var mısın yok yere ağlamaya… Ki bir sis
yanık bırakılmış bir fısıltı
şehri sarıyor, bir dehliz olan bana ulaşamıyor ama
herkesin içinde iğdiş bir bahar
bacakları eriyor memurların, evkızlarının
ve saat 24 vardiyasının işçileri
inmiyor ocaklarına.
Yufka mıdır
yufka mıdır benim bakışım dünyaya
ki acılarıyla başlatırım insanları
derimi yalayarak geçen mevsim
beni alır şehirden yıpranmış bakışlarla
her askere gidenin, her tören yorgununun
kondurur kemerinin kaşına.
Böylece ben, o küskün, o karışmayan dehliz
koca bir tomruğu yüklenirim arkadaşlarla
koca bir tomruğu kaldırıp kaldırıp
kümbetlere, bitkinliğin bordasına…
Kanın çığırından çıktığı saattir bu
memelerini bana sıkıca bastırdığın
hercai bir yürek somurtkan kepenklerin ardında
şehri acıtan çocukluğumuza değdikçe
biz seviştikçe bizi acıtan
kukumav kuşları, mânilerle dolu bir yatak
zaç yağı şişeleri kocaman.
Sen şimdi sevincimin akranısın
ey kanıma çakıllar karıştıran isyan
doğrusu seni toprağı eller gibi sevdim
yaralarımı onduranımsın
yatağımı hiç boş bırakmayan…
Yüzümü ellerimle yine kapayayım mı?
bekçi karısının belaltını mı anlatayım insanlara
yoksa onlara bilinmez bir toprak mı adayayım
değil
partizanlığım dalaşmak istiyor anla
bu sarsak hırgürüyle dünyanın
dalaşmak dalaşmak dalaşmak
böylece aşk akranım oluyor benim
ey bayırdan ve yokuştan uzaklara
ey çırpınan bir geyiktir memelerin
karnın ısırgan otları gibi aklımda.
Ne yapılacağını bilmiyorsa…
Biliyorum
Biliyorum
matarada su
torbada ekmek
ve kemerde kurşun değil şiir
ama yine de
matarasında su
torbasında ekmek
ve kemerinde kurşun kalmamışları
ayakta tutabilir
biliyorum
şiirle şarkıyla olacak iş değil bu
dalda narı
tarlada ekini kızartmaz güvercin gurultusu
ama yine de
diler arasında bıçak gibi parlar kavgada
şiirin doğrultusu
göz güzü görmez olmuş
tek bir ışık bile yok
yürek bir yaralı şahindir
döner boşlukta
belki bir şiir
belki bir şiir kırıntısı
çalar kapımızı umutsuz karanlıkta
yoklar yüreğimizi
iğilir yaramıza
dağıtır korkumuzu
ve karşı tepelerden
gürül gürül bir kalk borusu





