Peki Ne Yapmali?

“Herkesin suçlu olduğu bir ortam, büyük değişimlere yol açabilecek enerjiler barındırır.”

2023 ‘un daha ikinci ayı bitmeden yaşadığımız doğal, toplumsal ve siyasi afetler, on binlerce canımızı kaybetmemize sebep olurken milyonlarca insanimizin psikolojisi enkaz ve siyasi rezillikler altında kaldı. Onca canimizi kaybetmemizin yani sıra üzerimizde oluşan psikolojik depremler, karamsarlık ve umutsuzluk bulutlarıyla çevremizi kapladı.

Post modern yaklaşım olayları daha psikolojik açıdan ele alıyor olsa da ortada çok ciddi bir toplumsal vaka ile karşı karşıya kalmış durumdayız. “Herkesin suçlu olduğu bir ortam, büyük değişimlere yol açabilecek enerjiler barındırır.” Bu enerjiyi şu an ki iktidar sahipleri (buna muhalefet de dahil) ellerinden geldiği kadar kanalize oluşan toplumsal öfke ve ruhu engelleme, yükseltme ya da anlamsızlaştırma çabası içerisine girmeye çoktan başladılar bile. Bir de yaklaşan seçimi de düşünürsek Türkiye’yi büyük farklılıklara gebe günler bekliyor.

Asil konuşmamız gereken; bu buhranlar yeni toplumsal ilkelere on ayak olabilir mi? Toplumsal kimliğiniz bir yana ülkemizde en büyük birlikteliklerin ve dayanışmanın sağlandığı afet olayları tarihe, topluma, siyasete büyük etkilerini tarih boyunca örnekleriyle görebiliriz. Afetler değişimin başlangıcıdır. Buna ihmallere öfke ya da ruhani bir anlam yüklemiştir insanlar tarih boyunca. Peki biz buradan yeni ilkeleri nasıl çıkartacağız? Nasıl toplumsal bir mutabakat sağlayabileceğiz? Bunun en büyük başlangıcı AFAD, Kızılay, belediye, denetim yapılarından başlayacağı aşikâr gibi duruyor. Gerçekliği siyasi tartışmalara malzeme etmeden tartışamamak, ülkenin ihtiyaçları konusunda bir araya gelememek hem yeni jenerasyon ile tarihe karışacak gibi duruyor.

Herkesin bildiği şeyleri toplumun tüm kesimleriyle konuşup, anlaşıp daha sonra taraflara bölünerek toplumsal ilerlemenin önüne çekilen seti son yıllarda oldukça fazla görmeye başladık. Fikrin değerini kaybettiği, fikri söylenin değerlendiği bir ortamda, çözümden daha çok bizim ademimizin çözümüne odaklandık. Halbuki çözümün birlik ve dayanışmadan geçtiğini söylediğimiz halde.

Kutuplaşmış kitleleri çözüme yönlendiren duyguları beslemek afetlere ve krizlere kalmış durumda gözüküyor. Çünkü kurulan çıkar birliktelikleri değişikliklerle ilerlemekten öteye belli bir alana nüfuz edip bunun rantı üzerinden yapıldığı için sistem kitlenmiş duruyor. Bu sistem kilidi birçok toplumsal olayla aşındırılsa, zorlanılsa da çıkar grupları tarafından bir şekilde engellendi ve bastırıldı. Şimdi ise çözüme bir adim uzakta durabiliriz.

Seçimlerle iyi bir şeyler olur mu?

En azından deneyebiliriz! Önümüzdeki seçim iki güçlü tarafın önerdiklerine bakılırsa oldukça değişim yaratacak bir secim gibi duruyor. Bir taraf 21 yıllık iktidarının mükemmelliğinden ve uluslararası baskıları mücadele etmekten dem vurarak oy topluyor ve toplayacak. Benim de inanmış olduğum 6 masa ise yayınladıkları bildirge ile yapısal reform, sistem değişikliği ya da devrim artık adına ne derseniz böyle bir çalışma ile seçime gidiyor. Benim temennim, beklentim ve umudum; Kılıçdaroğlu’nu Cumhurbaşkanlığıyla yönetilecek 5 yıllık bir ara devrim dönemidir. Bu 5 yıllık süreçte; ekonomi, hukuk ve siyasal alt yapılar toplumun %60-80 oranın da katılımıyla sağlanabilir. Ekonomik reformlar, yargı bağımsızlığı, insan/kadın/hayvan/LGBT hakları, üretime ve girişimciliğe yönelik reformlar, göçmen sorunu, sinir güvenliği, tarım ve su sorunu gibi elzem konular toplumsal birliktelerken çıkacak sorunlar üzerine çözülebilir. Elbette bu reformları yapacak kurum siyaset kurumudur. Türkiye’de en büyük yozlaşmanın olduğu kurumlara elbette güvenim yok ama bunun takipçisi olmamak dışında bir çözümümüz de yok. Bu kurulan ikili senaryonun diğer tarafı ise oldukça sıkıntılı ve kaotik olacaktır. Sadece bir yol bunların tüm dışına çıkartabilir bizi. 2002 seçimlerinde olduğu gibi meclisteki partilerin bir daha seçilememesi seçeneği. Ben bunu son kamuoyu araştırmalarına bakarak söyleyebilirim ki biraz düşük ihtimal geliyor. Türkiye uzun bir 2023 yılı yasayacak. Bu yılda gelecek 100 yıl için güzel sonuçlar elde edebileceğimiz bir yıl olması dileğiyle.

Nereye gideceğini bilmiyorsan, hangi yoldan gittiğinin hiçbir önemi yok.’

Üç Maymun: İnsanlık

Üç Maymun: İnsanlık

Yürek burkuntusuna şiir yazanlar,

Bilmezler mi ?

Kalbin üç odadan oluştuğunu…

Kaleminden kanı ve meni akıtanlar,

Görmezler mi ?

Gökkuşağının albenisini…

Ritmi bozuk ağızlılar,

Duymazlar mı ?

Şarkıların dillere dolanan nakaratlarını…

3-maymun-

Doğan Gün

Doğan Gün

Kırgın umutta
Keder tortusunda
Acıda, zehirde, pusuda
Yılma
Doğan günü bekle

Çünkü tutar bir erik ağacı sunar sana
Doğan gün
Van gölünden bir sabah
Bir kıvılcım, bir titreşim
Bir tutam akdeniz
Süphancı bir serinlik
Ve genç bir gerinme
Usulcacık saç hışırtıları
Bir dudaktan buğulanan sıcaklık
Tutar getirir
Doğan gün
Öpücük gibi konar gözlerinde bir melodi
Sevgilin gibi dokunur parmaklarına bir kedi
Ve kavga ve zulüm ve ateş
Hep birlikte örülen bir türkü
Güzel yapmak için, güzel olmak için
Çünkü hayat dönen, kıvrılan
Yanan bir ibrişimdir
Tutar getirir
Doğan gün

Kemal Burkay

Ruhi Mücerret Gibi İnmez Başım

Ruhi Mücerret Gibi İnmez Başım

Görsel

Ruhi Mücerret gibi inmez başım bu adamda tamda anlamını bulmakta. O bir istiklal gazi, yasamış görmüş, geçirmiş ve geçirmekteyse devam etmekte. Kurtuluşu için savaştığı ülkeye 100 yaşında yeni yeni adapte olmaya çalışan bir adam. Dinozor osuruğu kadar bayat hissediyor kendini. Striptiz kulübünde heyecan arayan jinekolog gibi umutsuzdu durumundan.

Ruhi Mücerret; Murat Menteş’in April yayınlarından 2013 Yılında çıkardığı bir romandır. Tarihine bakınca bende kendime çok şaşırdım kitap kültürümde yeni çıkan bir kitabi hemen okumak yoktur. Bir kitap benim için yıllanmış şarap olmalı. Bu kültürümün sebebinde kitap okuma alışkanlığımın ilkokul yıllarından öte lise gibi başlaması sebep neyse konumuz bu değil.

“Dü-ce-ç-b-ak-ta-se-b-o” Dünya cennete çok benziyor, aksi taktirde sen burada olamazdın. Bu sözü söyleten kadar aşkı da barındırıyor kitap.

Kitabi Ankara gezim sırasında edindim dolayısıyla büyük çoğunluğunu yolla okumakla geçti kitabi aslına bakarsanız ben yolda kitaba daha iyi odaklanıyorum. Çünkü bu sırada ilgimi çeken başka bir şey olmuyor.

Ruhi Mücerret benim roman anlayışımı boylu boyuna değiştirdi. Edebiyat insanlığın gözünde ağır bir olgu, bunun içinde LCD televizyonlar, capcanlı markalara yer yoktur ama Murat Menteş bu romanda algıyı yıkmış benim gözümde. Sayısız reklam ve tam yerine oturmuş durumda hikâyeyi desteklemekte.

Tanımadığın birini Facebook’tan aratmaktan tutunda, çocukları Snickers hediye etmeye varan bir reklam portföyü var. Bu konuda da merak ettiğim acaba Murat Menteş bu reklamlarla dolu romanında bu kullandığı markalardan reklam ücreti aldı mı eğer aldıysa bu mal bir harika dostum tadını vermiştir sanırım.

Durumları belirten örneklemeleri beni benden aldı diyebilirim. “Striptiz kulübünde heyecan arayan jinekolog gibi umutsuzum.” diyen birinin romanı sonuçta.

Benim asıl karakterim bu romanda Civan Kazanova. Gerçeğe daha yakın geldi ve nedense kendimi bu karakterle özdeşleştirdim. Bir kitaptan alacak birşeyin yoksa yada kendini bulamıyorsan niye okuyasın ki zaten işte bu sebepten bende Civan Kazanova’yla kendimi özdeşleştirdim.

Duygusallığa kapılıp, insanların “iyi adam” dedikleri şeye dönüşmeyen kendini mahvetmeme dürtüsüyle hikayeye destek veriyor.

“Hayatında başrolde olamıyorsan… ne diyebilirim, figüranlar s.ksin seni.”

“Hamamın Önü”

          Ben ne bir mimarım ne de mimarlık bilgisine sahip biriyim ancak gözlemlerime güvenirim. Hamamönün’deki evler hoş duran, ne güzel ev diyeceğim evlerden değil. İçine kapanık dört duvar adeta.

         Ev dediğin öncelikle balkonu olmalıdır. Balkonsuz ev yağsız yemej, tuzsuz ayran gibidir. Hamamönün’de sayılı balkonlu ev gördüm. O evlerinde İzmirli Zade gibi kişilere ait olduğunu düşünmekteyim 🙂

         Bu evlere baktığımda, halkımız bu halden nasıl gökdelen haline geldiğini anlamış da değilim. Asıl sonucu tarih gösterecek. Tarih devekuşu yumurtası, samanlı çamuru yazdı, bakalım çimentoyu yazacak mı ?

Görsel

Güzel bir cami diğer evlerden farkı sadece minaresi bence ve insanların ona kattıkları anlam.

Görsel

Aslında Hamamönü denildiğinde aklıma gelen kare budur.

Görsel

Mahalle sokağı

Görsel

Meşhur İzmirli Zade’mizin evi 🙂

24.04.2013

TOPTAN MUKAYESE

                     TOPTAN MUKAYESE

as_koy_meydani

                         Tayinim yeni çıkmış. Uzun yıllar büyükşehirden sonra bir Anadolu kasabasında nasıl yaşayacağımızı düşünmeden çoluk çocuk topladık eşyayı, vardık kasabaya. İlk bakışta memurun kıymetli bir yer olduğu izlenimi verdi bize muhtar ve imamın bizi karşılaması. Kısa sürede konu komşunun yardımıyla eşyaları yerleştirme işlemlerini tamamladıktan sonra sıra geldi kasabayı tanımaya. Bunun en uygun yeri de kasaba meydanındaki kahveymiş. Muhtar öyle dediyse de imam pek ses etmedi. Anladım ki kasabanın muzip işleri meydandaki kahvede dönmekteydi, zaten muziplikleri camide beklememek lazımdı ya.

İznimin bitmesine daha iki gün vardı. Sabah uyanıp güzel bir kahvaltı yaptık ailecek. Çocukları tembihleyip, hanıma bir ihtiyacı olup olmadığını sorup çıktım evden. En güzel takımımı giydim o gün. Böyle köylük yerlerde, memur kısmının elde tutulması için memur adamın saygın durması gerekirdi. Bizim halkımız da kılık kıyafetle yargılama yapmayı sevdiği için kıyafetim iyi seçimdi.

Eşrafın selamını ala vere geçtim kahvenin bahçesinde bir masaya. Kahveci hemen gelip buyur etti. Hal hatır sorduktan, hayırlar dilendikten sonra acı bir kahve söyledim. Kahvenin gelmesini beklerken ortalığı süzmeye başladım. Süzerken de dikkatimi pek de bir şey çekmedi aslında, “Bildiğin Anadolu kasabası.” dedim içimden, ama ne kadar biliyordum Anadolu kasabasını o da ayrı bir meseleydi. İlk defa büyükşehirden ayrı bir yerde yaşayacaktım. Çok düşünmeye kalmadan muhtar damladı hemen. Destur isteyip oturdu yanıma, kendine de bir kahve bağırıp başladı anlatmaya; “Kasabamız böyle güzeldir, şöyle güzeldir.” diye, o an anladım ki bu muhtardan pek adam olmaz.

Meydan canlanmaya başlamıştı. O kadar insan içinden bir genç delikanlı dikkatimi çekti. Şöyle çelimsiz bir şeydi. Muhtar da ona baktığımı görünce, “Lenn aşırı uslu duruyon mu lenn?” dedi. Çocuk bozulup çekti gitti. Muhtar da pis pis bastı kahkahayı. Sordum muhtara, “Kimdir?” dedim, “Bu delikanlı…” der demez, “Ne delikanlısı? Delidir bu delidir.” dedi. Köyün delisini olduğunu düşünüp umursamadan etrafa bakacakken, “Bunun yüzünden az kalsın anamız ağlayacaktı. Bu deyyus böyle, çelimsiz olduğuna bakma, az delidir bu az.” deyip bir güze küfretti.

Muhtar böyle deyince çocuk sevmek geldi içimden, muhtara pek kanım ısınmamıştı. “Hayırdır, muhtar ne yaptı da böyle küfür ediyon?” dedim. Muhtar da kırk yıldır biri sorsa da anlatsam havasıyla başladı heyecanlı heyecanlı anlatmaya, “Bak Müdür Bey!” dedi, “Burası Aşağıyazı kasabası, bizim soyumuz yörüktü. Biz vatanına milletine sahip çıkan vatansever milliyetçiyiz. Dinimiz birdir, ona da bağlıyız…” derken, “Eee muhtar çocuğu anlat hele!” diye kestim lafını. “Anlatıyorum işte Müdür Bey, bizim aramızda hiç aşırı yoktur bunun dışında.”, “Aşırı derken?”, “Aşırı işte ya aşırı, Moskof kafa, gerçi Moskof kalmadı ya onlardan, ama bu deli hâlâ Moskofçudur. Komünist işte ya!”, “Eee…” dedim, “Böyle köylük yerde nerden bilsin komünistliği.” dedim. “Bu askere gitmeden evvel şehre çalışmaya gidiyor inşaat ameleliğine de orada sendikaya bulaştırmışlar bunu. Patron da bunları önce bir güzel dövdürüp sonra attırmış işten. Bu da geldi iki büklüm ama bırakmadı bu huyunu, kim gelse başa ona karşı bu. Sağ gelir karşı, sol gelir karşı. Neyse bu hep karşıtlık ya da aşırılık yapar dururdu, ona laf eder buna laf eder dururdu. Kasabamızın çocuğu olduğundan ses etmezdik, sonuçta bizim çocuğumuzdu. Gazete okurken dellenir, siyasi sohbet ederken dellenir dururdu. “Ah…” derdi, “O başbakan bir çıksa karşıma, ona bir soru soracağım, mor edecem onu!” derdi. Her gün “Yok bunu soracam, yok bunu dicem.” der, biz de gündemi ondan takip eder olduk. Neyse aşırı işte, kendi içimizde bize zararı olmadan konuşur dururdu. Neyse seçim zamanı çattı geldi, biz bunu uzak bir köye göndermek istedik, kabul etmedi, yalvardık gitmedi, “İyi kal da gör ebeni!” dedik. Önceleri üç beş tane muhalefetten birileri geldiyse de onlara ses etmedi. Dinledi dinledi, kızıp gitti. Derken, kaymakam haber saldı. Başbakan gelecekti, “Açılış yapacak.” dedi. İki yıl önce bir yol yapmıştı, yolun bazı yerleri çökmüştü, onları yaptırıp açılış yapacak sandık, ama öyle değilmiş, bildiğin açılış yapacakmış, çökmüş yola. Neyse bu aşırı sevindi geleceğine. Bizde korktuk bundan. Başbakan çıktı geldi, kasabanın şenlik yeri, her yerde pankartlar, yüzlerce insanlar, bir sürü otomobiller falan. Biraz gezdi, esnafla selamlaşıp hal hatır sordu, sonra geldi oturdu bu kahveye, ahan da şuraya, başında da yüzlerce insan var. Kendine bir kahve söyledi, ayaktakilere de bir bardak su ikram ettirdi soğuk. Bu aşırı iti de götüm götüm yardı kalabalığı, geldi durdu en ön sırada bekledi bekledi. Bizim gözümüz ondan tabii. “Sayın Başbakanım size bir soru soracağım.” Başbakan da gülümseyip bu çelimsiz çocuğa “Buyur!” dedi. Bu aşırı durdu durdu, sonra ne yapsa beğenirsin? “Allah belanızı versin, ülkenin anasını siktiniz!” der demez korumalar yapıştı buna hemen, apar topar götürdüler. Bir yıl içeride kaldı devlet büyüğüne hakaret etmekten.”.

Niye öyle yaptı ki? Hani bir soru soracaktı. Muhtar gülerek, “Çıkınca biz de sorduk, hani soru soracaktın len kızdık.” O da, “Baktım, karşında hangi soruyu soracağımı şaşırdım. Yoksulluk, işsizlik, dış politikalar, terör, insan hakları derken hangisini soracağımı bilemeyip konuyu toptan ele aldım. Ama demedim mi ben size suratı mosmor olacak diye?”

İşte bu delinin hikâyesi budur. İçeride azıcık eziyet etmişler, çıkınca akıllandı. Gazete okumaz, haber izlemez oldu. Biri gelse kaçıp gider oldu.

“Anladım muhtar.” dedim. “Ben de çocuğu sevsem mi sövsem mi bilemedim. Asıl bilemediğim ise ülkenin sorunlarının tek sorudan fazla olduğuna üzülsem mi yoksa adamın suratının morluğuna mı sevinsem bilemedim.

Yazmak

Yazmak

yazmak

 

                   Hadi bir şeyler yazalım diye masanın başına oturulmaz! Bu yazma işi ne kadar efsunlu bir olaydır ki,  aklında milyonlarca kelime varken (Tamam hadi binlerce olsun) bunlardan üçüzünü bir araya getirip bir anlam haline getiremez ki insan? Durum böyle olancada küçük bir çocuğun ilk kelime dağarcığına sahip olmak ister insan “anne” yazacak kadar yazmak ister bazen insan. Peki, nedir bu insanın yazma isteği?

                   Yazmak insan için bir haykırıştır. Şiir kitabındaki aşk sözcüğü de, bakkal duvarındaki domates yazısı da. Yazmak ben buradayım demektir adeta. Domatesin fiyatını yazarken de, aşkın tarifini yaparken de. Domatesinde, aşkında anlamı yazan için pek farkı yoktur aslında, burada bu vardır demektir adeta. Peki, nedir insanın bu yazma yeteneği?

                   İnsanlar ilk kelimelerini çiviyle tasa dökerken ne hissettikleri umurumda değil. İnsanlar günümüzde, cağın değişimindeki farklılıkları atmak adına yazıyor. Sanayi devrimi, bireyleri topluluk yaparken, bilgi devrim toplulukları birey yapma çabasında. İnsanlar bu geçişimi yaşarken kendi hissettikleri yalnızlıkları, Yazıya dökmekle eski toplumsal kültürünü yaşatmanın da çabası içerisine giriyor. Bunun, en büyük örneği de şuan okumuş olduğunuz bu ve benzeri blog sayfalarıdır. Ülkemizde çok yaygın olmasa da inanın birçok insanın pek kullanmadığı bloğu mevcut ki; açma fikrinde olanları saymıyorum. İşte konumuzda bu bence insan neden binlerce kelimeyle dolu iken, eğitim hayati boyunca öğretilen dil bilgileriyle hayatlarını çizerken neden kelimeleri yan yana getirip bir tema oluşturamaz ki?

                   Her kelimenin kendine ait mistik bir yani vardır. Bazı yaşanmışlıklar tek kelimeyle nasıl açıklanır ise “Bitti” gibi bazı olayları açıklamaya gördüğünüz gibi paragraflar yetmemekte. Size bunu açıklarken, bildiğiniz kilise laflardan pek bahsetmeyeceğim(Kitap okuma oranı vs.). İnsanların asil yazamama yetenekleri, kendilerini yazdıkları kelimelere yönelik soyutlayamamalarıdır bence. Bir sair düşünün, yazdığı en güzel ask şiirinin bir dizesini ele alalım;

Bir sevgiyi anlamak
Bir yaşamı harcamaktır
Harcayacaksın

Özdemir Asaf

                   Hangi yaşanmayan bir his, duygu yada olay Asaf’a harcayacaksın kelimesini kullandırabilirdi ki? İşte yazmak yaşamaktır. Hangi yaşanmamışlıklar bize anlamlı bir metin verebilir ki bize? Dersler, projeler, isler vs. Ne kadar beğenmesekte arabesk rap denilen gerçekte bile acı fışkıran kelimeler yok değil. Ben insanoğlunun bir ferdi olarak bunu ilk blog denemelerimde yazdım yani yaşadım. Size de iyi yazmalar=yaşamalar.

Biliyorum

Biliyorum

Hasan-Huseyin-Korkmazgil1

biliyorum 

matarada su

torbada ekmek

ve kemerde kurşun değil şiir

ama yine de

matarasında su

torbasında ekmek

ve kemerinde kurşun kalmamışları

ayakta tutabilir

biliyorum

şiirle şarkıyla olacak iş değil bu

dalda narı

tarlada ekini kızartmaz güvercin gurultusu

ama yine de

diler arasında bıçak gibi parlar kavgada

şiirin doğrultusu

göz güzü görmez olmuş

tek bir ışık bile yok

yürek bir yaralı şahindir

döner boşlukta

belki bir şiir

belki bir şiir kırıntısı

çalar kapımızı umutsuz karanlıkta

yoklar yüreğimizi

iğilir yaramıza

dağıtır korkumuzu

ve karşı tepelerden

gürül gürül bir kalk borusu

Hasan Hüseyin Korkmazgil

“Behlül Sınırları Zorluyor” Yolun Hikayesi I

                                YOLUN HİKAYESİ I

561527_129305820548434_1358265917_n

         Nasıl birçok üniversite gencinin interail, erasmus gibi hayallerinden pek bir farkıda yoktu başlangıçta İzmir-Batum yolculuğunun. Birçok kez hayaller kurulmuş planlar yapılmıştı tahmin edeceğini üzere. Fakat bu 6 gencin belki de en büyük özelliği ise hayal ve planlar yapılmak üzere vardı. Bu yolculuk hayal edildiyse yapılmalıydı.

            Arkadaşlarımız konusunda başlangıçta kimsenin birbiriyle ilişkisi pekte içli dışlı değildi. En büyük ortak arkadaşımız yönetmenimiz Sertaç Karabulut’tu kimin kimle arkadaş olduğu pekte umurumuzda değildi açıkçası. Türk geleneklerini göre kişileri yolda gayet de iyi tanıyabilirdik. Yola çıkarken Ayhan Algur “ Uzun bir yola çıkıyoruz. 10 gün boyunca elbette aramızda tartışmalar, istenmeyen tatsızlıklar olacak bu kaçınılmaz ama kimsenin kalbini kırmamaya dikkat edelim.” Demişti. Grup olarak aslında sayılı ortak noktalarımız vardı ama bu yolculuktaki ortak noktamız. Batum’a ulaşmak ve ortaya çok güzel görüntüler çıkmasıydı. Kişiler bazındaki hedeflerimiz ise; mesela Sertaç ve Engin en güzel anları kayda almak, kadrajı iyi kurmaktı. Ali; yeni yerler görmek güzel bir tatil yapmaktı aynı zamanda. Ben ise, yolun macerasını yaşamaktı.

            Hazırlıklar gün ve kişilerin kararlaştırılmasından sonra başlanmıştı. Ayhan Algur bu konuda ekibe yardımcı olmaya çalıştı. Yanımıza alınması gerekenler ile ilgili uzunca bir liste yaptı. Aramızda açıkçası en hazırlık olan oydu. Avrupa ve Afrika geçmişi onu gayet iyi seferi yapmıştı. Kaptanlık konusunda Andaç Bayram’a düşüyordu sorumluluk. Araba aksamı, arabanın hazırlığı ondaydı. Yola çıkmadan önce tüm bakımları gerçekleştirdi. Engin Can Öksüz ve Sertaç Karabulut çekim için tüm ekipmanları ayarladılar. Bende gideceğimiz yerler hakkına şehrin durumu, sosyal özellikleri, gezilmesi ve tadılması gerekenleri araştırdım. Sanırım içimizde en hayalperestimiz Ali Kılıç’tı çünkü kendi hazırlığı ise gerekli diş macunu ve fırçaları tedarik ederek gittiğimiz köylerdeki çocuklara fırça ve macun hediye edecekti. Kendi tanımlamasıyla Che yolculuğa çıkıyordu.

            Sabahın erken saatlerinde,  Behlül’de yerlerimizi aldık. Ayhan’ı da terminalden alıp Bornova’dan İzmir’e selam çakıp yola çıktık. Yolculuğun başlangıç evresinde tahmin ettiğiniz gibi çok neşeliydik. Bir o kadarda temkinliydik çünkü samimiyetin dozajını ayarlamak gerekiyordu ve buda zaman alacaktı.

İzmir'den Hareket

            Çekimler konusunda yolda bize büyük hizmet go-pro takılıydı araç içinde ise Sertaç ve Engin’in ayarladıkları düzenekler yardımcı oluyor. Kameraya alışmak çok zaman almadı diyebilirim. Araçtan beklediğimiz performans bizi utandırmayacak seviyedeydi. Bu konuda Andaç’a güveniyorduk ta. Tın tın ilerleyerek ilk molamızı Kula’da verdik çünkü güzel bir kahvaltı yapmamız gerekiyordu. Şehirde biraz “kim bunlar” imajı yaratsak ta çok kalmadık biraz dolanıp birkaç görüntüden sonra aldığımız güzel bir kavunla ayrıldık şehirden.Kula

            Sık görebileceğimiz yerlerdi İzmir-Ankara yol üstü ki birçok yerinde de bulunmuştuk. Ortak fikir bir an önce Karadeniz’e atmaktı kendimizi. Lakin Afyon’a yaklaşırken Behlül’ün LPG deposunda bir sorun oluştu, gaz almıyordu. Çok basit bir şey olduğunu düşünmüştük. Gayet yolda giden araç gaz yavaş yavaş alması, bazen almaması araçtan öteye LPG tankıyla ilgili bir sıkıntı oluştuğunu düşündük. Afyon sanayisinde LPG tankını değiştirip yola koyulduk. Umduğumuz gibi sıkıntı LPG tankındaydı. Bu istenmeyen moladan sonra uğramamız gereken bir durak noktamız vardı. Bir sonraki durağımız Sertaç’ın dedesini evi olan Emirdağ’ın Gömü kasabasıydı. Kasabadan öteye unutulmuş bir köydü âdete. Yaşlı nenesi, dedesi unutulan köyün âdete son çınarlarıydı. Yemeklerimizi yedikten sonra yine o çınara bakarak daldık farklı alemlere. Hava kararmasıyla ayrılıp köyden. Kontağı kapatmadan Hedef Ankara’ya Ulaşmaktı.

Emirdağ