Bizim tarihimizde ‘başkanlık’ var mı? İlber Ortaylı

     Şu anda başkanlık sistemi fiilen var. Bunun kanunlaşmasının çekişmesi yapılıyor. Böyle bir değişimin pek hadisesiz geçeceğini beklemiyoruz ama iktidar partisi milletvekillerine itidal ve daha tutarlı bir savunma, muhalefete de anayasal sistem üzerindeki tekliflerini öneren bir raporu basıp dağıtması önerilir. Çünkü halk, bu tartışmanın ne üzerinde döndüğünden habersiz.

     TÜRKİYE yeni bir devlet yapılanmasına giriyor. Kanun teklifi üzerinde tartışmalar var. Biz anayasasını çok değiştiren bir milletiz. 140 yılın içindeki değişiklikleri bir gözden geçirin; Türkiye istikbalde de daha çok anayasalar değiştirebilir. Sorun o değil; yaşadığı sistemle ilgisiz bir kitle, ya ciddi bir ilgi göstermiyor veya sadece kahvede vakit geçirmek için sohbet konusu olarak bakıyor. Yeni yapılanma Türkiye’de neleri değiştirir veya nasıl sorunlar yaratır; bunlar düşünce ve tartışma masasına pek yatırılmıyor. 

     Getirilmek istenen yeni sistem Cumhurbaşkanı’na dayanıyor, başbakan yok. ABD’deki gibi başkanla birlikte seçilen tek başkan yardımcısı da yok. Yerini uygun görülen sayıda başkan yardımcısı alıyor. Bakanlar tayin ediliyor… 

     Osmanlı devrine göz atarsak…
Geçmişte nasıldı peki? Uygulamalara göz atalım. II. Abdülhamid devrinde, seçilen nazırlar, padişahın tasdikine sunulurdu. 1920 Meclisi’nde ise tek tek Meclis tarafından seçilirlerdi. Sorumlu oldukları makam Meclis’ti. 1924’ten itibarense başbakan hükümeti kuruyor, cumhurbaşkanı da bu hükümeti tasdik ediyordu ve son karar da Meclis’indi. Şimdi bakanlar sadece başkan tarafından tayin edilecek ve ona hesap verecekler. 

      Yine Osmanlı devrine göz atarsak, sadrazam eskiden beri, padişahın yetkilerini taşıyan ‘vekil-i mutlak’tı. Tanzimat’tan sonra da bu sistem devam etti. Öyle ki, II. Abdülhamid Han, sadrazamın ve Babıâli’nin yetkilerini kısıtlayıp işlemlere Yıldız Sarayı’ndan müdahale ettiği için Tunuslu Hayreddin Paşa sadaretten istifa etmişti. Sonraki sadrazamlar da bu konuda padişahla hep ihtilafa düşerdi. 

     II. Meşrutiyet döneminin padişahları, yeni anayasa taslağını bir yana bırakalım, halihazırdaki konuma göre de cumhurbaşkanından çok daha güçsüzdüler.
Bu tartışmalar sırasında zaman zaman cumhuriyetimizin kurucusuna atıfta bulunuluyor. Gazi Mustafa Kemal Paşa, Atatürk soyadını aldıktan sonra da partinin lideriydi. Her zaman değil ama bazı durumlarda bakanlar kuruluna başkanlık etmiştir. Çıkardığı kanun kuvvetinde kararnamelerin halen yürürlükte olanları var. Ama Atatürk, sanıldığının aksine, başbakanlarını oldukça serbest bırakırdı. Bununla birlikte başvekille sık sık tartıştığı da bilinir. Bilhassa İsmet Paşa’yla önemli anlaşmazlık dönemleri oldu. 

      BAŞKANLIĞIN GERÇEK MODELİ İNÖNÜ’DÜR
Başkanlığın gerçek modeli İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığıdır. Her tayinde ona fikri sorulurdu. Bu dönemin başvekilleri itaatkârdı. Ara sıra tek itiraz, gerçekte kendisine çok bağlı olan Refik Saydam’dan gelmiştir. 

      1950’den sonra Türkiye başvekilin hâkimiyetinde bir memleket oldu. Daha doğrusu görünüş oydu. Hassas konularda Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes’e hâkim olmuştur. 1961’den sonraysa, eskinin tek adamı İsmet İnönü, demokrasinin gereklerine uyan bir başbakanlık yürütmüştür. Bilhassa 1964’ten itibaren, önce ana muhalefet lideri sonra başbakan olan Demirel’le İnönü’nün anlayışlı diyaloğu eski dönemin diriltilmesini, intikamcı rüzgârların şiddetlenmesini önledi.
Şu anda başkanlık sistemi fiilen var. Bunun kanunlaşmasının çekişmesi yapılıyor. Böyle bir değişimin pek hadisesiz geçeceğini beklemiyoruz ama iktidar partisi milletvekillerine itidal ve daha tutarlı bir savunma, muhalefete de hiç değilse anayasal sistem üzerindeki tenkit ve tekliflerini öneren kısa ama sorunları etraflıca ele alan bir raporu basıp dağıtması önerilir. Çünkü sokaktaki milyonlarca yurttaşın bu kavganın niye geçtiğini, ne etrafında döndüğünü anlamadığı, bilmediği ve ilgilenmediği açık.

‘HÜKÜMDAR BURAYA GELMESİN’ DİYEN PARLAMENTERLER
ANAYASA, devleti yapılandıran kanundur. Böyle bir metni olmayan memleket var malum; Britanya Monarşisi… Britanya, kanunlar, uygulamalar, fermanlar, hatta sadece örf-i âdet ile yürür. Britanya hükümdarları, Avam Kamarası’na adım atmaz. Sebebi Avam Kamarası’nın böyle bir kanun yapmış olması değildir. Bir tarihte parlamenterler, “Hükümdar buraya gelmesin” diye bağırmıştır.

TOPTAN MUKAYESE

                     TOPTAN MUKAYESE

as_koy_meydani

                         Tayinim yeni çıkmış. Uzun yıllar büyükşehirden sonra bir Anadolu kasabasında nasıl yaşayacağımızı düşünmeden çoluk çocuk topladık eşyayı, vardık kasabaya. İlk bakışta memurun kıymetli bir yer olduğu izlenimi verdi bize muhtar ve imamın bizi karşılaması. Kısa sürede konu komşunun yardımıyla eşyaları yerleştirme işlemlerini tamamladıktan sonra sıra geldi kasabayı tanımaya. Bunun en uygun yeri de kasaba meydanındaki kahveymiş. Muhtar öyle dediyse de imam pek ses etmedi. Anladım ki kasabanın muzip işleri meydandaki kahvede dönmekteydi, zaten muziplikleri camide beklememek lazımdı ya.

İznimin bitmesine daha iki gün vardı. Sabah uyanıp güzel bir kahvaltı yaptık ailecek. Çocukları tembihleyip, hanıma bir ihtiyacı olup olmadığını sorup çıktım evden. En güzel takımımı giydim o gün. Böyle köylük yerlerde, memur kısmının elde tutulması için memur adamın saygın durması gerekirdi. Bizim halkımız da kılık kıyafetle yargılama yapmayı sevdiği için kıyafetim iyi seçimdi.

Eşrafın selamını ala vere geçtim kahvenin bahçesinde bir masaya. Kahveci hemen gelip buyur etti. Hal hatır sorduktan, hayırlar dilendikten sonra acı bir kahve söyledim. Kahvenin gelmesini beklerken ortalığı süzmeye başladım. Süzerken de dikkatimi pek de bir şey çekmedi aslında, “Bildiğin Anadolu kasabası.” dedim içimden, ama ne kadar biliyordum Anadolu kasabasını o da ayrı bir meseleydi. İlk defa büyükşehirden ayrı bir yerde yaşayacaktım. Çok düşünmeye kalmadan muhtar damladı hemen. Destur isteyip oturdu yanıma, kendine de bir kahve bağırıp başladı anlatmaya; “Kasabamız böyle güzeldir, şöyle güzeldir.” diye, o an anladım ki bu muhtardan pek adam olmaz.

Meydan canlanmaya başlamıştı. O kadar insan içinden bir genç delikanlı dikkatimi çekti. Şöyle çelimsiz bir şeydi. Muhtar da ona baktığımı görünce, “Lenn aşırı uslu duruyon mu lenn?” dedi. Çocuk bozulup çekti gitti. Muhtar da pis pis bastı kahkahayı. Sordum muhtara, “Kimdir?” dedim, “Bu delikanlı…” der demez, “Ne delikanlısı? Delidir bu delidir.” dedi. Köyün delisini olduğunu düşünüp umursamadan etrafa bakacakken, “Bunun yüzünden az kalsın anamız ağlayacaktı. Bu deyyus böyle, çelimsiz olduğuna bakma, az delidir bu az.” deyip bir güze küfretti.

Muhtar böyle deyince çocuk sevmek geldi içimden, muhtara pek kanım ısınmamıştı. “Hayırdır, muhtar ne yaptı da böyle küfür ediyon?” dedim. Muhtar da kırk yıldır biri sorsa da anlatsam havasıyla başladı heyecanlı heyecanlı anlatmaya, “Bak Müdür Bey!” dedi, “Burası Aşağıyazı kasabası, bizim soyumuz yörüktü. Biz vatanına milletine sahip çıkan vatansever milliyetçiyiz. Dinimiz birdir, ona da bağlıyız…” derken, “Eee muhtar çocuğu anlat hele!” diye kestim lafını. “Anlatıyorum işte Müdür Bey, bizim aramızda hiç aşırı yoktur bunun dışında.”, “Aşırı derken?”, “Aşırı işte ya aşırı, Moskof kafa, gerçi Moskof kalmadı ya onlardan, ama bu deli hâlâ Moskofçudur. Komünist işte ya!”, “Eee…” dedim, “Böyle köylük yerde nerden bilsin komünistliği.” dedim. “Bu askere gitmeden evvel şehre çalışmaya gidiyor inşaat ameleliğine de orada sendikaya bulaştırmışlar bunu. Patron da bunları önce bir güzel dövdürüp sonra attırmış işten. Bu da geldi iki büklüm ama bırakmadı bu huyunu, kim gelse başa ona karşı bu. Sağ gelir karşı, sol gelir karşı. Neyse bu hep karşıtlık ya da aşırılık yapar dururdu, ona laf eder buna laf eder dururdu. Kasabamızın çocuğu olduğundan ses etmezdik, sonuçta bizim çocuğumuzdu. Gazete okurken dellenir, siyasi sohbet ederken dellenir dururdu. “Ah…” derdi, “O başbakan bir çıksa karşıma, ona bir soru soracağım, mor edecem onu!” derdi. Her gün “Yok bunu soracam, yok bunu dicem.” der, biz de gündemi ondan takip eder olduk. Neyse aşırı işte, kendi içimizde bize zararı olmadan konuşur dururdu. Neyse seçim zamanı çattı geldi, biz bunu uzak bir köye göndermek istedik, kabul etmedi, yalvardık gitmedi, “İyi kal da gör ebeni!” dedik. Önceleri üç beş tane muhalefetten birileri geldiyse de onlara ses etmedi. Dinledi dinledi, kızıp gitti. Derken, kaymakam haber saldı. Başbakan gelecekti, “Açılış yapacak.” dedi. İki yıl önce bir yol yapmıştı, yolun bazı yerleri çökmüştü, onları yaptırıp açılış yapacak sandık, ama öyle değilmiş, bildiğin açılış yapacakmış, çökmüş yola. Neyse bu aşırı sevindi geleceğine. Bizde korktuk bundan. Başbakan çıktı geldi, kasabanın şenlik yeri, her yerde pankartlar, yüzlerce insanlar, bir sürü otomobiller falan. Biraz gezdi, esnafla selamlaşıp hal hatır sordu, sonra geldi oturdu bu kahveye, ahan da şuraya, başında da yüzlerce insan var. Kendine bir kahve söyledi, ayaktakilere de bir bardak su ikram ettirdi soğuk. Bu aşırı iti de götüm götüm yardı kalabalığı, geldi durdu en ön sırada bekledi bekledi. Bizim gözümüz ondan tabii. “Sayın Başbakanım size bir soru soracağım.” Başbakan da gülümseyip bu çelimsiz çocuğa “Buyur!” dedi. Bu aşırı durdu durdu, sonra ne yapsa beğenirsin? “Allah belanızı versin, ülkenin anasını siktiniz!” der demez korumalar yapıştı buna hemen, apar topar götürdüler. Bir yıl içeride kaldı devlet büyüğüne hakaret etmekten.”.

Niye öyle yaptı ki? Hani bir soru soracaktı. Muhtar gülerek, “Çıkınca biz de sorduk, hani soru soracaktın len kızdık.” O da, “Baktım, karşında hangi soruyu soracağımı şaşırdım. Yoksulluk, işsizlik, dış politikalar, terör, insan hakları derken hangisini soracağımı bilemeyip konuyu toptan ele aldım. Ama demedim mi ben size suratı mosmor olacak diye?”

İşte bu delinin hikâyesi budur. İçeride azıcık eziyet etmişler, çıkınca akıllandı. Gazete okumaz, haber izlemez oldu. Biri gelse kaçıp gider oldu.

“Anladım muhtar.” dedim. “Ben de çocuğu sevsem mi sövsem mi bilemedim. Asıl bilemediğim ise ülkenin sorunlarının tek sorudan fazla olduğuna üzülsem mi yoksa adamın suratının morluğuna mı sevinsem bilemedim.

Yazmak

Yazmak

yazmak

 

                   Hadi bir şeyler yazalım diye masanın başına oturulmaz! Bu yazma işi ne kadar efsunlu bir olaydır ki,  aklında milyonlarca kelime varken (Tamam hadi binlerce olsun) bunlardan üçüzünü bir araya getirip bir anlam haline getiremez ki insan? Durum böyle olancada küçük bir çocuğun ilk kelime dağarcığına sahip olmak ister insan “anne” yazacak kadar yazmak ister bazen insan. Peki, nedir bu insanın yazma isteği?

                   Yazmak insan için bir haykırıştır. Şiir kitabındaki aşk sözcüğü de, bakkal duvarındaki domates yazısı da. Yazmak ben buradayım demektir adeta. Domatesin fiyatını yazarken de, aşkın tarifini yaparken de. Domatesinde, aşkında anlamı yazan için pek farkı yoktur aslında, burada bu vardır demektir adeta. Peki, nedir insanın bu yazma yeteneği?

                   İnsanlar ilk kelimelerini çiviyle tasa dökerken ne hissettikleri umurumda değil. İnsanlar günümüzde, cağın değişimindeki farklılıkları atmak adına yazıyor. Sanayi devrimi, bireyleri topluluk yaparken, bilgi devrim toplulukları birey yapma çabasında. İnsanlar bu geçişimi yaşarken kendi hissettikleri yalnızlıkları, Yazıya dökmekle eski toplumsal kültürünü yaşatmanın da çabası içerisine giriyor. Bunun, en büyük örneği de şuan okumuş olduğunuz bu ve benzeri blog sayfalarıdır. Ülkemizde çok yaygın olmasa da inanın birçok insanın pek kullanmadığı bloğu mevcut ki; açma fikrinde olanları saymıyorum. İşte konumuzda bu bence insan neden binlerce kelimeyle dolu iken, eğitim hayati boyunca öğretilen dil bilgileriyle hayatlarını çizerken neden kelimeleri yan yana getirip bir tema oluşturamaz ki?

                   Her kelimenin kendine ait mistik bir yani vardır. Bazı yaşanmışlıklar tek kelimeyle nasıl açıklanır ise “Bitti” gibi bazı olayları açıklamaya gördüğünüz gibi paragraflar yetmemekte. Size bunu açıklarken, bildiğiniz kilise laflardan pek bahsetmeyeceğim(Kitap okuma oranı vs.). İnsanların asil yazamama yetenekleri, kendilerini yazdıkları kelimelere yönelik soyutlayamamalarıdır bence. Bir sair düşünün, yazdığı en güzel ask şiirinin bir dizesini ele alalım;

Bir sevgiyi anlamak
Bir yaşamı harcamaktır
Harcayacaksın

Özdemir Asaf

                   Hangi yaşanmayan bir his, duygu yada olay Asaf’a harcayacaksın kelimesini kullandırabilirdi ki? İşte yazmak yaşamaktır. Hangi yaşanmamışlıklar bize anlamlı bir metin verebilir ki bize? Dersler, projeler, isler vs. Ne kadar beğenmesekte arabesk rap denilen gerçekte bile acı fışkıran kelimeler yok değil. Ben insanoğlunun bir ferdi olarak bunu ilk blog denemelerimde yazdım yani yaşadım. Size de iyi yazmalar=yaşamalar.